15 Ekim 2010 Cuma
Şans Tozu
Merhabaaaa, benim adım name.
İçim içime sığmıyor bugün. Dünyanın en şanslı insanı olduğumu bir kez daha anladım. Harika bir ailem, mükemmel arkadaşlarım, mükemmel bir yaşamım var. Doğarken avuçlarıma sığmayacak kadar çok şans tozuyla doldurmuşlar ellerimi. Mutsuzlar, şanssızlar, bahtsızlar gelsinler hepsine biraz biraz şans tozu vereyim istiyorum.
Benim şansım herkese yeter, herkese.
Tercihler açıklandıktan sonra bakalım bizim bölümde ne var ve yok diye kolları sıvamış "google be sana işim düştü yap bi güzellik" diyerekten yaptığım araştırmalar sonucu aynı bölümde olduğum çok sevgili M.U ile dün akşam yaptığımız dersler nasıl muhabbeti Fizik Mühendisliği Kulübü'nün CERN gezisi ile bayağı bir heyecanlandı. Hazırlık olduğum için oldukça ezilen ben, gezi için hazırlık sınıfından bir kişinin götürüleceğini öğrenince sevindim, şansımı da deneyeyim dediydim.
Kulübe üye olmayan kuraya katılamıyor. Ben daha kulübe bile üye değilim.
"Yarın gelirsin kaydını yaparlar, sonra da çekilişe katılırsın."
Gittim, çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu. Hazırlıklar için kontenjanı 2ye çıkarmışlar kurayı çekiyorlar. İlk çekilen kişi de aynı sınıfta olduğum bir arkadaşım. Çıkarsam sen haber verirsin ben gelemeyeceğim, demişti. Sen kazandın yazıp devamını içimden Allah kahretsin yaaaa diye getirirken, kırtasiyeyi işleten amca* çoktan o kutudan kağıdı çekmiş. İsmimi söylemesiyle "beniiim" diye fırladım, farkında olmadan ne olduğunu anlayamadan. Benim çıkacağımı hiç ummayan arkadaşlarımın "ohaaaaa"sı ve amfide bulunan diğer öğrencilerin noluyo yae bakışı eşliğinde... BENİİİM! derken havaya kaldırdığım kolum da omzumdan çıkacaktı o arada, Allah korudu.
Hayat, sen bana bu aralar iyi kıyak geçiyorsun yaa var bunda da bir iş.
*düzeltme: kurada beni çeken kişi, kırtasiyeyi işleten amca değil, kulübümüzün başkanı çok sevgili Can Akyel imiş. Teşekkürlerimi ona yönlendiriyorum.
Zırvalayan
büyük balık
1 muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
14 Ekim 2010 Perşembe
M.utluluk Döngüsü
Dün yeni okul çıkışı hem eski okuluma hem de dershaneme uğradım, öğretmenlerimi görmek için. Mezun olduktan sonra, sınav dönemi bittikten sonra hiçbiriyle görüşmemiştim. Tercihlerde bile uğrayıp ne yapmam gerektiğini sormamıştım. Kurtulmuştum ya sonunda...
Öyle değil işte. Bilmiyorum neden geçmişi çok özlüyor insan. Geleceğin o zamanlar umduğu gibi olmadığı için mi, yoksa küçücükken insanlar yaşadıkları kendilerine çok ağır geldiği için mi, bilmiyorum. Aslında en nefret ettiğim şeyken insanların kendi başına gelen şeyleri büyütüp yakınmaları, lise dönemindeyken en çok yaptığım şeydi. Sanki benim yaşadıklarım en kötüsüydü. Sanki..
Öyle değildi işte. Kötü olan her şey bir şekilde unutuluyor. Ne kadar kötü olursa olsun. O okulda, ağlamaktan gözlerimin kıpkırmızı olduğunu hatırlarım ama neden ağladığımı hayal meyal. Hayatımda başıma gelebilecek en kötü şeyin M. olduğunu düşünürdüm ama şimdi başıma gelebilecek en güzel şeylerden ikisi M.
Anlat deseler saatlerce anlatırdım mesela M. M. M. M. Şimdi her şey teker teker siliniyor hafızamdan. Onla birlikteyken yaşadığım, terk edilişimde yaşadığım her şey bir bir uçuyor aklımdan. Oysa o zamanlar o olaylar "ölsem unutmam bunu" idi.
Öyle değilmiş işte. Anılarımı yokladığımda hep gülümsüyorum. Kötü şeyleri hiç hatırlamıyorum. Gerçekten de kötü değildiler belki.
Sabah uyandığımda tarif edilemez bir mutluluk patlaması yaşadım. Oturup ağlayabilirdim çok mutluyum diye. Hüzün çok güzel anlatılıyor da mutluluk tarif edilemiyor yahu.
Ve maalesef, nedensiz mutluluklar çok uzun da sürmüyor. Mutluluk döngüsü diye bir şey yok ki. Varsa da bu çembere sık aralıklarla hüzün serpilmiş.
Uzun sürmüyor ya hani, sanki mutluluğun heyecanını yitirmiş oluyor insan. Kendisi biraz hüzün arıyor.
Yağmurlu havalar, dokunaklı filmler, şarkılar...
Küçük şeylerle mutlu olup da "mutluluğu sıradanlaştıran" kimse yok mesela. Mutlak mutluluk(?) olursa mutluluk olmuyor, heyecanı kalmıyor işte.
Küçük şeylerle mutlu olup da sürekli mutlu olan kimse de yok mesela. Hüzüne ihtiyaç duyuyoruz.
Sabah mutluluktan ölecekken, aşık olacağım adamı düşünüp bana wish you were here söylese diye hayaller kurarken, hayallerle mutluluğa mutluluk katarken ben, süresini uzatamıyorum. Mutluluğu artırabiliyorum ama süresini uzatamıyorum.
Olsun... Ben nedensiz hüzünleri de seviyorum.
Uzanıp tavanı izlemek, herkesin mutlu olabileceğini ya da herkesin incinebileceğini düşünmek huzur veriyor.
Hüzünlü bir huzur:
REM - Everybody Hurts Sometimes
Canın gerçekten yandığı zaman evrensel dilden geçeceğini duymak da huzur veriyor. Ben küçük bir çocuğum, düştüm ve tüm acım dizlerimde yoğunlaştı. Çok tatlı bir amca yaramı temizliyor: Geçecek, iyileşecek.
Tatlı bir huzur:
Pink Floyd - Comfortably Numb
Öyle değil işte. Bilmiyorum neden geçmişi çok özlüyor insan. Geleceğin o zamanlar umduğu gibi olmadığı için mi, yoksa küçücükken insanlar yaşadıkları kendilerine çok ağır geldiği için mi, bilmiyorum. Aslında en nefret ettiğim şeyken insanların kendi başına gelen şeyleri büyütüp yakınmaları, lise dönemindeyken en çok yaptığım şeydi. Sanki benim yaşadıklarım en kötüsüydü. Sanki..
Öyle değildi işte. Kötü olan her şey bir şekilde unutuluyor. Ne kadar kötü olursa olsun. O okulda, ağlamaktan gözlerimin kıpkırmızı olduğunu hatırlarım ama neden ağladığımı hayal meyal. Hayatımda başıma gelebilecek en kötü şeyin M. olduğunu düşünürdüm ama şimdi başıma gelebilecek en güzel şeylerden ikisi M.
Anlat deseler saatlerce anlatırdım mesela M. M. M. M. Şimdi her şey teker teker siliniyor hafızamdan. Onla birlikteyken yaşadığım, terk edilişimde yaşadığım her şey bir bir uçuyor aklımdan. Oysa o zamanlar o olaylar "ölsem unutmam bunu" idi.
Öyle değilmiş işte. Anılarımı yokladığımda hep gülümsüyorum. Kötü şeyleri hiç hatırlamıyorum. Gerçekten de kötü değildiler belki.
Sabah uyandığımda tarif edilemez bir mutluluk patlaması yaşadım. Oturup ağlayabilirdim çok mutluyum diye. Hüzün çok güzel anlatılıyor da mutluluk tarif edilemiyor yahu.
Ve maalesef, nedensiz mutluluklar çok uzun da sürmüyor. Mutluluk döngüsü diye bir şey yok ki. Varsa da bu çembere sık aralıklarla hüzün serpilmiş.
Uzun sürmüyor ya hani, sanki mutluluğun heyecanını yitirmiş oluyor insan. Kendisi biraz hüzün arıyor.
Yağmurlu havalar, dokunaklı filmler, şarkılar...
Küçük şeylerle mutlu olup da "mutluluğu sıradanlaştıran" kimse yok mesela. Mutlak mutluluk(?) olursa mutluluk olmuyor, heyecanı kalmıyor işte.
Küçük şeylerle mutlu olup da sürekli mutlu olan kimse de yok mesela. Hüzüne ihtiyaç duyuyoruz.
Sabah mutluluktan ölecekken, aşık olacağım adamı düşünüp bana wish you were here söylese diye hayaller kurarken, hayallerle mutluluğa mutluluk katarken ben, süresini uzatamıyorum. Mutluluğu artırabiliyorum ama süresini uzatamıyorum.
Olsun... Ben nedensiz hüzünleri de seviyorum.
Uzanıp tavanı izlemek, herkesin mutlu olabileceğini ya da herkesin incinebileceğini düşünmek huzur veriyor.
Hüzünlü bir huzur:
REM - Everybody Hurts Sometimes
Canın gerçekten yandığı zaman evrensel dilden geçeceğini duymak da huzur veriyor. Ben küçük bir çocuğum, düştüm ve tüm acım dizlerimde yoğunlaştı. Çok tatlı bir amca yaramı temizliyor: Geçecek, iyileşecek.
Tatlı bir huzur:
Pink Floyd - Comfortably Numb
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
ben böyleyim,
comfortably numb,
everybody hurts sometimes,
güzel müzik,
mutluluk,
pink floyd,
REM
10 Ekim 2010 Pazar
Geç Kaldım
Merhabalar,
Şeyma ben. Bu faslı çoktan geçtik, evet. Yalnız şu var bilinmeyen: o kadar yazdım sınavdı, tercihti, yerleştirmeydi, sonucu bildirmek nasip olmadı bir türlü efendim.
ITU fizik mühendisliği.
Mezun olunca ne işe yarayacaksın türünden soruları kabul etmiyorum, haberiniz ola. Zira ben henüz 'mezun olabilecek miyim' safhasındayım.
I have to. I'm a ITU student.
Hazırlık sınıflarında, lise-üniversite arasında bocalayan insanlarla hayatıma devam ederken sıkça duyuyorum bunu. I can't! i hayatımdan çıkarmak zorunda olduğum için üzülüyorum. Nazımı çekecek "yapamıyorum işte yaa" larımı kaldıracak hocalarımı dershanemde, okulumda bıraktım.
Bu sene ingilizceden kalma gibi saçma bir korkum yok, tüm endişelerim bir sonraki sene için. Lisedeyken geometri problemim vardı, öyle böyle değil:
-Hocam, benim kafa basmıyor geometriye, ne yapayım? Sözlüden geçer not verin bari, 2 gelsin de belge alayım.
Artık 'kendini çok zeki sanan' kızın kafam basmıyor diyerek egosunu ayaklar altına alışı hiçbir öğretim görevlisi, doçent, profesör... için bir şey ifade etmeyecek. Çünkü "Burda sizi kimse itmeye çalışmaz. Amacımız kötü mühendisleri hazırlık sınıfındayken elemeye başlamak." Güzel.
Kayıt için Ayazağa Kampüsü'ne gittiğimde tepemde, kocaman bir balonun içinde dans eden hayallerim, inşaat makinelerinin etkisiyle patlayan balondan kurtulup kafamı yardıktan sonra uçuuup gittiler. (bkz: itü asırlardır şantiye)
İnsan ilk kez üniversiteli olacakken daha renkli bir ortam bekliyor tabi. Üzerine de "itü'de 120 erkeğe 1 kız düşüyo hohohohoh yazık" "maçkadan sonra millet bu kızlar nereye uçtu yaa falan oluyo" gibisinden ürkütücü cümleler kurunca, Ayazağa'ya gitmeyi geciktirmekte yarar var diye onun bunun laflarıyla saçma düşüncelere dalarak, Maçka'ya gitme konusunda bayağı bir heves yapmıştım. (çok uzun bir cümle olmuş bu, anlatım bozukluğu yaptıysam affola.)
Gel gör ki hiç de öyle değil. Maçka bildiğin lise. Tüm fakültelerden insanlarla aynı sınıfta olma imkanın var, ITU'nun de iyi bir üniversite olduğunu düşünürsek, zekasına hayran olunacak insanlarla tanışma imkanın var. (Üzgünüm, henüz pek kimseyle tanışamadım amma daha erken zaten illa ki vardır öyleleri.)
Ha bir de bunun yolu var, yolunda trafiği var. Ayazağa'ya geçince ev tutacağım, biraz daha uyuyacağım diye geleceğe özlemle açıyorum gözlerimi her sabah yeni bir güne.
İstanbul, güzelim şehir.
Beni birazcık da seneye bırak.
Şeyma ben. Bu faslı çoktan geçtik, evet. Yalnız şu var bilinmeyen: o kadar yazdım sınavdı, tercihti, yerleştirmeydi, sonucu bildirmek nasip olmadı bir türlü efendim.
ITU fizik mühendisliği.
Mezun olunca ne işe yarayacaksın türünden soruları kabul etmiyorum, haberiniz ola. Zira ben henüz 'mezun olabilecek miyim' safhasındayım.
I have to. I'm a ITU student.
Hazırlık sınıflarında, lise-üniversite arasında bocalayan insanlarla hayatıma devam ederken sıkça duyuyorum bunu. I can't! i hayatımdan çıkarmak zorunda olduğum için üzülüyorum. Nazımı çekecek "yapamıyorum işte yaa" larımı kaldıracak hocalarımı dershanemde, okulumda bıraktım.
Bu sene ingilizceden kalma gibi saçma bir korkum yok, tüm endişelerim bir sonraki sene için. Lisedeyken geometri problemim vardı, öyle böyle değil:
-Hocam, benim kafa basmıyor geometriye, ne yapayım? Sözlüden geçer not verin bari, 2 gelsin de belge alayım.
Artık 'kendini çok zeki sanan' kızın kafam basmıyor diyerek egosunu ayaklar altına alışı hiçbir öğretim görevlisi, doçent, profesör... için bir şey ifade etmeyecek. Çünkü "Burda sizi kimse itmeye çalışmaz. Amacımız kötü mühendisleri hazırlık sınıfındayken elemeye başlamak." Güzel.
Kayıt için Ayazağa Kampüsü'ne gittiğimde tepemde, kocaman bir balonun içinde dans eden hayallerim, inşaat makinelerinin etkisiyle patlayan balondan kurtulup kafamı yardıktan sonra uçuuup gittiler. (bkz: itü asırlardır şantiye)
İnsan ilk kez üniversiteli olacakken daha renkli bir ortam bekliyor tabi. Üzerine de "itü'de 120 erkeğe 1 kız düşüyo hohohohoh yazık" "maçkadan sonra millet bu kızlar nereye uçtu yaa falan oluyo" gibisinden ürkütücü cümleler kurunca, Ayazağa'ya gitmeyi geciktirmekte yarar var diye onun bunun laflarıyla saçma düşüncelere dalarak, Maçka'ya gitme konusunda bayağı bir heves yapmıştım. (çok uzun bir cümle olmuş bu, anlatım bozukluğu yaptıysam affola.)
Gel gör ki hiç de öyle değil. Maçka bildiğin lise. Tüm fakültelerden insanlarla aynı sınıfta olma imkanın var, ITU'nun de iyi bir üniversite olduğunu düşünürsek, zekasına hayran olunacak insanlarla tanışma imkanın var. (Üzgünüm, henüz pek kimseyle tanışamadım amma daha erken zaten illa ki vardır öyleleri.)
Ha bir de bunun yolu var, yolunda trafiği var. Ayazağa'ya geçince ev tutacağım, biraz daha uyuyacağım diye geleceğe özlemle açıyorum gözlerimi her sabah yeni bir güne.
İstanbul, güzelim şehir.
Beni birazcık da seneye bırak.
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
bilumum tırı vırı şeyler,
fizik,
ITU
6 Eylül 2010 Pazartesi
Paranoya
Uzun bir aradan sonra en kötü hastalıkların birinden bir başlıkla karşınızdayım sevgili okurlar.
Yazmadığım zamanlarda neler oldu neler, ahh sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki sevgili günlük.. diye bir şey yok. Bütün gün evde pinekleyen, televizyon bile açmayan birinin anlatacak neyi olabilir ki.
Zaten Kemal Kılıçdaroğlu tüm televizyon kanallarını işgal etmiş durumda. Nereyi açarsak onu görüyoruz. Gına geldi artık. 81 ili de gezdi adam yahu, sanki evet çıkarsa kellesini vuracaklar.
Devlet Bahçeli'nin sesine, konuşma tarzına hiç tahammülüm yok zaten, Kılıçdaroğlu kadar ortalıkta olsaydı teknolojiden soğurdum ahan da şu yazıyı yazamadım, yemin ediyorum.
11 Eylül gecesi bilgisayarlarınızı açacaksınız ve Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp "Hayır'da Hayır Vardır." diyecek, demedi demeyin!
Muhalefet liderleri işi öyle bir duruma getirdi ki, Tayyip'e kızacak yer bulamadım. Olaya bak...
Geçen gün bir yerde referanduma kimin ne dediğini okudum. Şimdi kızmayın; amma en akıllı en mantıklı açıklamayı Abdullah Öcalan yapmış. Kendisi boykot ediyormuş refenrandumu, evetçiler ve hayırcılara diyor ki:
"Herkes kendini çok beğenmiş, her şeyi bildiğini zannediyor."
E doğru değil mi?
Zaten adam akıllı olmasa... diye başlayan milyon tane cümle kurulabilir fakat konumuz şimdi bu değil ve uzuuun bir süre de bu olmayacak.
Konumuz...
Benim gibi safların birine kızdığında çelme takıp düşürme gibi masum planlar yaparken, bazı insanların seytanı bile şeytanlığından utandıracak komplolar kurduğu bir dönem. Nefret o kadar basit bir duygu haline gelmiş ki insanlar tanıdığı kişilerin yarısından nefret ediyor. Elektrik alamamanın, hoşlanmamanın adı artık nefret etmek. Düşüncelere, davranışlara yön veren en kuvvetli duygu da nefret.
Kısacası insanoğlu artık nefretinin esiri olmuş. Gözünü öyle bir hırs büyümüş ki aslında insan olmanın ne demek olduğunu unutmuş.
Ve LuiniL ana haber bülteni bu kadar da olmaz dedirtecek bir olayla karşınızda sayın seyirciler:
2010 YGS-LYS'ye hazırlık dönemi.Eiii... Sınavın yaklaşmasının zavallım öğrenci üzerindeki psikolojik, fiziksel, kimyasal, biyolojik etkisini bir ÖSYM mağdurları bir de anneleri bilir. Sınav yaklaştıkça hedeflerde tıptan su ürünlerine, hukuktan işletme-iktisata doğru bir düşme gözlenir. Sınavla birlikte hepsini geride bırakırsanız tercih-yerleştirme dönemi başlar. İşte olayımız da tam burada baş gösteriyor.
Meslek lisesi katsayı mağduru çok sevgili arkadaşım M.Z puanının kırılmış haliyle bile mühendislik okuyabilecek durumdayken, tercihlerin açıklandığı gün ÖSYM ana sayfasında "hiçbir lisans programına yerleştirilemediniz" yazısıyla yıkıyor. Mutlaka bir yanlışlık olmalı. Çünkü T.P sıralaması M.Z den daha düşük olduğu halde onun tercih listesindeki bir yere yerleşti.
"Keşke daha fazla öğretmenlik yazsaydım. Şifremi de unutmuşum, sisteme giriş yapıp değiştiremedim. Şimdi hem yeni şifre almak için hem de dilekçe vermek için okula gideceğim"
İşte kilit nokta! M.z'nin aklına şifresini başkasının değiştirmiş olabileceği gelmiyor hiç. Nasıl gelsin ki?
Okuldan yeni şifre alıp, tercihlerini öğretmeniyle incelediğinde görüyor ki tercihlerin hepsi baştan sona değişmiş. Mühendislikler, öğretmenlikler olmuş tıp, diş hekimliği, eczacılık, hukuk. Riske atılıp tek bir mühendislik dahi yazılmamış. Üstelik bir de şifre değiştirilmiş, M. girip düzeltemesin diye. Nasıl bir insan yapabilir ki bunu? Nasıl bir nefrettir bu? Bu kız kendisinden bu kadar nefret edilmesine sebep olabilecek ne yapmış olabilir?
Paranoyamın had safhada olduğu bir zaman diyorum ki, ya bu işlem benim bilgisayarımdan yapılmış gözükürse de ben suçlu çıkarsam ne yaparım? Olmaz olmaz.
Paranoya genlerimi kimden aldığıma şüphe bırakmayan annem yüzünden dehşet ifadesiyle yanıma geliyor: " Lui! Geçen gün M. sizin bilgisayardan da tercihlerimi değiştirecektim dedi. Sakın yanlış bir yerlere basmış olmasın. Ya bizim bilgisayardan çıkarsa?"
Yapma anne! Yanlış bi yere basmayla 19 tercih değişir mi, diyorum. Kendimi de rahatlatıyorum.
Beni bile hayrete düşüren, olmayacağını bile bile ciddi ciddi korktuğum sapkın düşüncelerim var.
Mesela, İsa dünyaya yeniden geldiğinde yeni yüz yılın Meryem'i ben olursam? Aman Allah'ım !! Kime, nasıl anlatırım? (yok artık!)
Aslında bunu ben düşünmüyorum. İnsan beyni garip.
Zaten ben dışarı çıktığımda benimle aynı sokakta bulunan bütün erkekler tecavüzcü; herkes hırsız, gaspçı vs.. En az iki kişi de beni takip ediyor.
Çok uzattım. Hemen gidip bilgisayarı yakıyorum ve kendimi odama kilitleyip camlara, kapıya tuğla örüyorum.
İyi geceler.
Yazmadığım zamanlarda neler oldu neler, ahh sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki sevgili günlük.. diye bir şey yok. Bütün gün evde pinekleyen, televizyon bile açmayan birinin anlatacak neyi olabilir ki.
Zaten Kemal Kılıçdaroğlu tüm televizyon kanallarını işgal etmiş durumda. Nereyi açarsak onu görüyoruz. Gına geldi artık. 81 ili de gezdi adam yahu, sanki evet çıkarsa kellesini vuracaklar.
Devlet Bahçeli'nin sesine, konuşma tarzına hiç tahammülüm yok zaten, Kılıçdaroğlu kadar ortalıkta olsaydı teknolojiden soğurdum ahan da şu yazıyı yazamadım, yemin ediyorum.
11 Eylül gecesi bilgisayarlarınızı açacaksınız ve Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp "Hayır'da Hayır Vardır." diyecek, demedi demeyin!
Muhalefet liderleri işi öyle bir duruma getirdi ki, Tayyip'e kızacak yer bulamadım. Olaya bak...
Geçen gün bir yerde referanduma kimin ne dediğini okudum. Şimdi kızmayın; amma en akıllı en mantıklı açıklamayı Abdullah Öcalan yapmış. Kendisi boykot ediyormuş refenrandumu, evetçiler ve hayırcılara diyor ki:
"Herkes kendini çok beğenmiş, her şeyi bildiğini zannediyor."
E doğru değil mi?
Zaten adam akıllı olmasa... diye başlayan milyon tane cümle kurulabilir fakat konumuz şimdi bu değil ve uzuuun bir süre de bu olmayacak.
Konumuz...
Benim gibi safların birine kızdığında çelme takıp düşürme gibi masum planlar yaparken, bazı insanların seytanı bile şeytanlığından utandıracak komplolar kurduğu bir dönem. Nefret o kadar basit bir duygu haline gelmiş ki insanlar tanıdığı kişilerin yarısından nefret ediyor. Elektrik alamamanın, hoşlanmamanın adı artık nefret etmek. Düşüncelere, davranışlara yön veren en kuvvetli duygu da nefret.
Kısacası insanoğlu artık nefretinin esiri olmuş. Gözünü öyle bir hırs büyümüş ki aslında insan olmanın ne demek olduğunu unutmuş.
Ve LuiniL ana haber bülteni bu kadar da olmaz dedirtecek bir olayla karşınızda sayın seyirciler:
2010 YGS-LYS'ye hazırlık dönemi.Eiii... Sınavın yaklaşmasının zavallım öğrenci üzerindeki psikolojik, fiziksel, kimyasal, biyolojik etkisini bir ÖSYM mağdurları bir de anneleri bilir. Sınav yaklaştıkça hedeflerde tıptan su ürünlerine, hukuktan işletme-iktisata doğru bir düşme gözlenir. Sınavla birlikte hepsini geride bırakırsanız tercih-yerleştirme dönemi başlar. İşte olayımız da tam burada baş gösteriyor.
Meslek lisesi katsayı mağduru çok sevgili arkadaşım M.Z puanının kırılmış haliyle bile mühendislik okuyabilecek durumdayken, tercihlerin açıklandığı gün ÖSYM ana sayfasında "hiçbir lisans programına yerleştirilemediniz" yazısıyla yıkıyor. Mutlaka bir yanlışlık olmalı. Çünkü T.P sıralaması M.Z den daha düşük olduğu halde onun tercih listesindeki bir yere yerleşti.
"Keşke daha fazla öğretmenlik yazsaydım. Şifremi de unutmuşum, sisteme giriş yapıp değiştiremedim. Şimdi hem yeni şifre almak için hem de dilekçe vermek için okula gideceğim"
İşte kilit nokta! M.z'nin aklına şifresini başkasının değiştirmiş olabileceği gelmiyor hiç. Nasıl gelsin ki?
Okuldan yeni şifre alıp, tercihlerini öğretmeniyle incelediğinde görüyor ki tercihlerin hepsi baştan sona değişmiş. Mühendislikler, öğretmenlikler olmuş tıp, diş hekimliği, eczacılık, hukuk. Riske atılıp tek bir mühendislik dahi yazılmamış. Üstelik bir de şifre değiştirilmiş, M. girip düzeltemesin diye. Nasıl bir insan yapabilir ki bunu? Nasıl bir nefrettir bu? Bu kız kendisinden bu kadar nefret edilmesine sebep olabilecek ne yapmış olabilir?
Paranoyamın had safhada olduğu bir zaman diyorum ki, ya bu işlem benim bilgisayarımdan yapılmış gözükürse de ben suçlu çıkarsam ne yaparım? Olmaz olmaz.
Paranoya genlerimi kimden aldığıma şüphe bırakmayan annem yüzünden dehşet ifadesiyle yanıma geliyor: " Lui! Geçen gün M. sizin bilgisayardan da tercihlerimi değiştirecektim dedi. Sakın yanlış bir yerlere basmış olmasın. Ya bizim bilgisayardan çıkarsa?"
Yapma anne! Yanlış bi yere basmayla 19 tercih değişir mi, diyorum. Kendimi de rahatlatıyorum.
Beni bile hayrete düşüren, olmayacağını bile bile ciddi ciddi korktuğum sapkın düşüncelerim var.
Mesela, İsa dünyaya yeniden geldiğinde yeni yüz yılın Meryem'i ben olursam? Aman Allah'ım !! Kime, nasıl anlatırım? (yok artık!)
Aslında bunu ben düşünmüyorum. İnsan beyni garip.
Zaten ben dışarı çıktığımda benimle aynı sokakta bulunan bütün erkekler tecavüzcü; herkes hırsız, gaspçı vs.. En az iki kişi de beni takip ediyor.
Çok uzattım. Hemen gidip bilgisayarı yakıyorum ve kendimi odama kilitleyip camlara, kapıya tuğla örüyorum.
İyi geceler.
Zırvalayan
büyük balık
1 muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
ben böyleyim,
bir problemimiz var
13 Ağustos 2010 Cuma
İhanet
Yapmayı istediğim tek şey deli gibi koşmak şu an.
One Way filminden özenilen bir sahne benim aklımdaki de.
Aldatıldığımı öğrendiğimde, sevgilisinin seks hastası olduğu için sürekli başka kadınlara gittiğini öğrenen kadının konumunda olmak isterdim. Deli gibi koşmak.
Ama benim yaptığım tek şey, o kırdığı cevizleri, söylediği yalanları anlatırken tepki vermeden onu dinlemekti.
Kafamın içinde bir şarkı çalıyordu. Başka bir şey duymama izin vermeyecek kadar yüksek sesle. Duymuyordum artık. Tepki de vermiyordum doğal olarak. Bundan sonra da hiçbir şey yapmayacaktım. Bu bir veda şarkısıydı çünkü.
Onunla alakalı yaptığım en iyi şeydi acizliğini izlemek, ağladığı zaman gülüp dalga geçmek.
Sen bir şizofrensin, kendi dünyanda bir dehasın, bir kralsın. Gel gör ki benim dünyamda benim, kelimelerimi kullanarak yapamayacağım hiçbir şey, elde edemeyeceğim hiçbir şey yok.
Çünkü bu bir veda şarkısı.
You are one of God's mistakes,
You crying, tragic waste of skin,
I'm well aware of how it aches ,
And you still won't let me in.
Now I'm breaking down your door,
To try and save your swollen face ,
Though I don't like you anymore,
You lying, trying waste of space..
Before our innocence was lost,
You were always one of those ,
Blessed with lucky sevens ,
And the voice that made me cry .
My Oh My.
You were mother nature's son ,
Someone to whom I could relate ,
Your needle and your damage done,
Remains a sordid twist of fate.
Now I'm trying to wake you up ,
To pull you from the liquid sky ,
Coz if I don't we'll both end up ,
With just your song to say goodbye.
My Oh My.
A song to say goodbye,
A song to say goodbye ,
A song to say...
Before our innocence was lost,
You were always one of those,
Blessed with lucky sevens,
And the voice that made me cry.
It's a song to say goodbye
One Way filminden özenilen bir sahne benim aklımdaki de.
Aldatıldığımı öğrendiğimde, sevgilisinin seks hastası olduğu için sürekli başka kadınlara gittiğini öğrenen kadının konumunda olmak isterdim. Deli gibi koşmak.
Ama benim yaptığım tek şey, o kırdığı cevizleri, söylediği yalanları anlatırken tepki vermeden onu dinlemekti.
Kafamın içinde bir şarkı çalıyordu. Başka bir şey duymama izin vermeyecek kadar yüksek sesle. Duymuyordum artık. Tepki de vermiyordum doğal olarak. Bundan sonra da hiçbir şey yapmayacaktım. Bu bir veda şarkısıydı çünkü.
Onunla alakalı yaptığım en iyi şeydi acizliğini izlemek, ağladığı zaman gülüp dalga geçmek.
Sen bir şizofrensin, kendi dünyanda bir dehasın, bir kralsın. Gel gör ki benim dünyamda benim, kelimelerimi kullanarak yapamayacağım hiçbir şey, elde edemeyeceğim hiçbir şey yok.
Çünkü bu bir veda şarkısı.
You are one of God's mistakes,
You crying, tragic waste of skin,
I'm well aware of how it aches ,
And you still won't let me in.
Now I'm breaking down your door,
To try and save your swollen face ,
Though I don't like you anymore,
You lying, trying waste of space..
Before our innocence was lost,
You were always one of those ,
Blessed with lucky sevens ,
And the voice that made me cry .
My Oh My.
You were mother nature's son ,
Someone to whom I could relate ,
Your needle and your damage done,
Remains a sordid twist of fate.
Now I'm trying to wake you up ,
To pull you from the liquid sky ,
Coz if I don't we'll both end up ,
With just your song to say goodbye.
My Oh My.
A song to say goodbye,
A song to say goodbye ,
A song to say...
Before our innocence was lost,
You were always one of those,
Blessed with lucky sevens,
And the voice that made me cry.
It's a song to say goodbye
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
ben böyleyim,
güzel müzik
10 Ağustos 2010 Salı
Dünyanın En Güzel Albümü
En çok sevdiğim film...
En çok sevdiğim şarkı...
En çok sevdiğim kitap... sorulunca soru işaretleri kuşatır beynimi. Bir liste yapayım da birini başa koyayım, beceremem. Yine de en çok sevdiğin şarkı denince önce Pink Floyd'dan bir şeyler düşünürüm.
Dark Side of The Moon.
Kalp atışlarıyla başlayıp, çığlıklarla biten albüm. Hiç kuşkusuz "dünyanın en güzel albümü" denilirse bunun yanına dahi başka bir albümü koyamam.
Albümü anlatmaya kalksam, onu da yapamıyorum ki.
Breath in the air. Bunu dinlerken yapılabilecek en iyi şey ruhuna göz yaşı kusturmak sanırım.
Gözlerimi tavana dikmiş orada yıldızları izlermişcesine uzanırken bu şarkıyı yaşamayı ve bir zamanlar masum olduğumu hissetmeyi seviyorum.
Çocuklarımı bu şarkıyla uyutacağım.
Breathe, breathe in the air.
Don't be afraid to care.
Leave but don't leave me.
Look around and choose your own ground.
Long you live and high you fly
And smiles you'll give and tears you'll cry
And all you touch and all you see
Is all your life will ever be.
Run, rabbit run.
Dig that hole, forget the sun,
And when at last the work is done
Don't sit down it's time to dig another one.
For long you live and high you fly
But only if you ride the tide
And balanced on the biggest wave
You race towards an early grave.
En çok sevdiğim şarkı...
En çok sevdiğim kitap... sorulunca soru işaretleri kuşatır beynimi. Bir liste yapayım da birini başa koyayım, beceremem. Yine de en çok sevdiğin şarkı denince önce Pink Floyd'dan bir şeyler düşünürüm.
Dark Side of The Moon.
Kalp atışlarıyla başlayıp, çığlıklarla biten albüm. Hiç kuşkusuz "dünyanın en güzel albümü" denilirse bunun yanına dahi başka bir albümü koyamam.
Albümü anlatmaya kalksam, onu da yapamıyorum ki.
Breath in the air. Bunu dinlerken yapılabilecek en iyi şey ruhuna göz yaşı kusturmak sanırım.
Gözlerimi tavana dikmiş orada yıldızları izlermişcesine uzanırken bu şarkıyı yaşamayı ve bir zamanlar masum olduğumu hissetmeyi seviyorum.
Çocuklarımı bu şarkıyla uyutacağım.
Breathe, breathe in the air.
Don't be afraid to care.
Leave but don't leave me.
Look around and choose your own ground.
Long you live and high you fly
And smiles you'll give and tears you'll cry
And all you touch and all you see
Is all your life will ever be.
Run, rabbit run.
Dig that hole, forget the sun,
And when at last the work is done
Don't sit down it's time to dig another one.
For long you live and high you fly
But only if you ride the tide
And balanced on the biggest wave
You race towards an early grave.
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
dark side of the moon,
güzel müzik,
pink floyd
9 Ağustos 2010 Pazartesi
Bo(ş/k)luk
Çıkar kalbini o zaman derin dondurucudan bir kaç saate kalmaz çözülür buzu, dedi.
Sanki kanım donmuştu damarlarımda, pompalamıyordu artık kalbim. Heyecan, neşe, üzüntü, korku.. tüm duygularımı ruhumdan bedenime taşıyan hormonlarım taşınamıyordu, karışamıyordu kana. Hipotalamusum iflas etmişti, çok yorulmuştu çünkü artık ve sonunda da geberip gitmişti.
Bu hayatı renklendirmek için ne yapmak lazımdı? Kessem damarlarımı akar mıydı kan? Kırmızı ne iyi gelirdi şimdi.
Yoksa bir kadeh şarap daha iyi bir fikir miydi ? Evet evet, kesinlikle.
İçmesem ama, doldursam ağzıma sonra da yavaş yavaş tükürsem. Süzülse kırmızı kırmızı da ben şarabı ziyan ettiğim içi üzülsem.
Hipotalamusum yeniden çalışsa, kalbim tekrar kan pompalasa, duygularım bana geri gelse, hayata dönsem. Üzerimdeki ölü toprağına iyi gözle bakmayı becerebilsem de miss gibi kokusunu duyabilsem.
Hayatı filmlerle yaşamak, hayatın bana gelmesini beklemek yerine hayatı peşimden sürüklesem...
Sanki kanım donmuştu damarlarımda, pompalamıyordu artık kalbim. Heyecan, neşe, üzüntü, korku.. tüm duygularımı ruhumdan bedenime taşıyan hormonlarım taşınamıyordu, karışamıyordu kana. Hipotalamusum iflas etmişti, çok yorulmuştu çünkü artık ve sonunda da geberip gitmişti.
Bu hayatı renklendirmek için ne yapmak lazımdı? Kessem damarlarımı akar mıydı kan? Kırmızı ne iyi gelirdi şimdi.
Yoksa bir kadeh şarap daha iyi bir fikir miydi ? Evet evet, kesinlikle.
İçmesem ama, doldursam ağzıma sonra da yavaş yavaş tükürsem. Süzülse kırmızı kırmızı da ben şarabı ziyan ettiğim içi üzülsem.
Hipotalamusum yeniden çalışsa, kalbim tekrar kan pompalasa, duygularım bana geri gelse, hayata dönsem. Üzerimdeki ölü toprağına iyi gözle bakmayı becerebilsem de miss gibi kokusunu duyabilsem.
Hayatı filmlerle yaşamak, hayatın bana gelmesini beklemek yerine hayatı peşimden sürüklesem...
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
bilumum tırı vırı şeyler,
biyoloji bilirim,
kan,
ölüm,
şarap
29 Temmuz 2010 Perşembe
Hay Aksi!
Bütün sene çalışıp yorulduğum kadar yoruldum 15 günlük tatilimde. En güzel tatil canının istediği kadar uyumak kalınca da yüzünü bile yıkamadan bilgisayarı açmak bence. Gece kulübü, beach club olarak bize gelmez öyle.
Gece eve geldiğimde ilk işim bilgisayarı açmak olacaktı ancak bavul taşımaktan yorgun düşüp bilgisayardan sonra en çok özlediğim şeye, yatağıma attım kendimi. Nasıl da rahat uyuyacaktım.. Aksilik değil mi. Sanki bütün gece sürmüş uzunlukta bir rüya gördüm, öyle korkunç, öyle ürkütücü. Film sanki. Ah bu kötü adamlar, şizofrenler ve ve ve çocuklar. Hiç rahat bırakmazlar rüyalarımı.
Efendim, rüyamda cezaevinin birinde isyan çıkıyor ve tüm mahkumlar kaçıyor. İsyan çıkarıp mahkumların kaçmasına neden olan asıl kişiler, ki bunlar kimsenin şüphe etmeyeceği kişilermiş, beni suçluyorlar. Kafama silah dayamışlar beni olay yerine götürüyorlar bir arabayla. Arkamızdan bir araba daha geliyor. Onlar da benim suçsuz olduğumu bilenler. Artık o arabadaki şahıs nasıl bir eğitim aldıysa güüüm diye benim olduğum arabanın üzerine atlıyor ve beni zorla cezaevine götüren adamları öldürüyor. Sonra ben de onlarla birlikte gidiyorum cezaevine. Suçlu olarak değil, olayın nasıl olduğunu görmek için: Cezaevi yanmış, yıkılmış, savaş alanına dönmüş. Yerlerde de hep ölü balıklar var. Ne alakaysa artık.
Cezaevinin ana binasından ayrı olarak demir bir kafes var, dışarıda. Şizofren çocukları orada tutuyorlarmış. Elleri zincirli hepsinin, çok saldırgan oldukları için. Normal olan çocuklar, orada ne işleri varsa, demir kafesin içine girmişler ve şizofren çocukların kendilerini savunamamalarından yararlanıp onlara saldırıyor. Ben bunu görür görmez hemen demir kafese koşuyorum normal çocukları dışarı çıkarmaya çalışıyorum, hasta olanlara daha fazla zarar vermesin diye. Hepsini çıkarıyorum ama yangın yerinden kurtaramıyorum hasta çocuklarımı. Elleri zincirli, hepsi bana bakarken uyanıyorum sabahın köründe.
Daha az film izlemeliyim.
Bu sefer bir değişiklik yapayım, kahvaltımı edeyim öyle oturayım bilgisayar başına dedim sabah kalkınca. Acele acele, lokmaları boğazıma dizerek yaptığım bir kahvaltı ardından doğru bilgisayar başına geçtim. Aksilik değil mi. Modem çalışmıyor! Sakin olmalıyım, sakin olmalıyım. Bütün elektrik-elektronik bilgimden faydalanarak modemi elime aldım. Vidalarını açtım. Elimdeki yeşil şeyi evirip çeviriyorum. Devreden akım geçmiyor. Elimdeki tornavidayla yeşil şeyin üzerindeki çıkıntılara dokundum tek tek. Tamirciler hep öyle yapar ya filmlerde. Ve ve ve bir yere dokunduğumda dıızzzt diye ses geldi ve ve ve modemin ışıkları yandı.
Çarpılma ihtimalimin yüksek olduğunu unutmuş ben, modemi çalıştırmanın verdiği hazla Tesla sanıyorum kendimi: "Şu iki şey birbirine değmediği için akım geçemiyor. İletken tel bulup bunları birbirine bağlamak lazım."
İletken tel mi? Nereden bulurum, nereden bulurum derken kafamın üzerinde bir ampul yandı.(akp'yle bir alakası yoktur.) Bozuk kulaklığımı kesip içindeki kopmamış tellerden birini alıp, bağlayacaktım onları birbirine. Her şey iyi güzel de, bağlayamıyorum teli, durmuyor orada. Bantlasam mı acaba, diye Tesla'ya yakışmayacak bir şey geçti aklımdan, hemen kovdum.
Bant mı? Yok artık.
Olmuyordu ama iletken telle de. Küçük çıkıntıları kırma riskini göze alarak tornavida yardımıyla birbirine doğru eğip, birbirlerine değdirdim onları. Evet evet, Tesla'ya yakışır bir sonuç. Modem çalışıyor, yehhu!
Şu an bu yazıyı bitirip "kaydı yayınla"ya tıklayabilmiş olmak kadar beni mutlu edecek çok az şey vardır sanırım.
Gece eve geldiğimde ilk işim bilgisayarı açmak olacaktı ancak bavul taşımaktan yorgun düşüp bilgisayardan sonra en çok özlediğim şeye, yatağıma attım kendimi. Nasıl da rahat uyuyacaktım.. Aksilik değil mi. Sanki bütün gece sürmüş uzunlukta bir rüya gördüm, öyle korkunç, öyle ürkütücü. Film sanki. Ah bu kötü adamlar, şizofrenler ve ve ve çocuklar. Hiç rahat bırakmazlar rüyalarımı.
Efendim, rüyamda cezaevinin birinde isyan çıkıyor ve tüm mahkumlar kaçıyor. İsyan çıkarıp mahkumların kaçmasına neden olan asıl kişiler, ki bunlar kimsenin şüphe etmeyeceği kişilermiş, beni suçluyorlar. Kafama silah dayamışlar beni olay yerine götürüyorlar bir arabayla. Arkamızdan bir araba daha geliyor. Onlar da benim suçsuz olduğumu bilenler. Artık o arabadaki şahıs nasıl bir eğitim aldıysa güüüm diye benim olduğum arabanın üzerine atlıyor ve beni zorla cezaevine götüren adamları öldürüyor. Sonra ben de onlarla birlikte gidiyorum cezaevine. Suçlu olarak değil, olayın nasıl olduğunu görmek için: Cezaevi yanmış, yıkılmış, savaş alanına dönmüş. Yerlerde de hep ölü balıklar var. Ne alakaysa artık.
Cezaevinin ana binasından ayrı olarak demir bir kafes var, dışarıda. Şizofren çocukları orada tutuyorlarmış. Elleri zincirli hepsinin, çok saldırgan oldukları için. Normal olan çocuklar, orada ne işleri varsa, demir kafesin içine girmişler ve şizofren çocukların kendilerini savunamamalarından yararlanıp onlara saldırıyor. Ben bunu görür görmez hemen demir kafese koşuyorum normal çocukları dışarı çıkarmaya çalışıyorum, hasta olanlara daha fazla zarar vermesin diye. Hepsini çıkarıyorum ama yangın yerinden kurtaramıyorum hasta çocuklarımı. Elleri zincirli, hepsi bana bakarken uyanıyorum sabahın köründe.
Daha az film izlemeliyim.
Bu sefer bir değişiklik yapayım, kahvaltımı edeyim öyle oturayım bilgisayar başına dedim sabah kalkınca. Acele acele, lokmaları boğazıma dizerek yaptığım bir kahvaltı ardından doğru bilgisayar başına geçtim. Aksilik değil mi. Modem çalışmıyor! Sakin olmalıyım, sakin olmalıyım. Bütün elektrik-elektronik bilgimden faydalanarak modemi elime aldım. Vidalarını açtım. Elimdeki yeşil şeyi evirip çeviriyorum. Devreden akım geçmiyor. Elimdeki tornavidayla yeşil şeyin üzerindeki çıkıntılara dokundum tek tek. Tamirciler hep öyle yapar ya filmlerde. Ve ve ve bir yere dokunduğumda dıızzzt diye ses geldi ve ve ve modemin ışıkları yandı.
Çarpılma ihtimalimin yüksek olduğunu unutmuş ben, modemi çalıştırmanın verdiği hazla Tesla sanıyorum kendimi: "Şu iki şey birbirine değmediği için akım geçemiyor. İletken tel bulup bunları birbirine bağlamak lazım."
İletken tel mi? Nereden bulurum, nereden bulurum derken kafamın üzerinde bir ampul yandı.(akp'yle bir alakası yoktur.) Bozuk kulaklığımı kesip içindeki kopmamış tellerden birini alıp, bağlayacaktım onları birbirine. Her şey iyi güzel de, bağlayamıyorum teli, durmuyor orada. Bantlasam mı acaba, diye Tesla'ya yakışmayacak bir şey geçti aklımdan, hemen kovdum.
Bant mı? Yok artık.
Olmuyordu ama iletken telle de. Küçük çıkıntıları kırma riskini göze alarak tornavida yardımıyla birbirine doğru eğip, birbirlerine değdirdim onları. Evet evet, Tesla'ya yakışır bir sonuç. Modem çalışıyor, yehhu!
Şu an bu yazıyı bitirip "kaydı yayınla"ya tıklayabilmiş olmak kadar beni mutlu edecek çok az şey vardır sanırım.
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
deha sayılır,
fizik,
modem sendromu,
rüya,
şizofreni,
Tesla
8 Temmuz 2010 Perşembe
Dikiş Tutturamama
Ben hep böyleyim. Hep başladığım işi yarım bırakırım.
Belki de çok özen göstererek başlayıp sonra da özenden sıkılmamdan.
Daha önce de çok blog girişimim oldu. Temaydı bilmem neydi derken, uuuuf! dedim. Bir türlü istediğim gibi olmadı. (Bunu da siliyordum az daha. Değiştirdim ismimi, ohh yeni gibi oldu. Mis.)
Ha, yazıları önce kağıda yazıp sonra buraya geçirmek var bir de. Ölç, biç, yaz.
Çok özensiz yazı okuyorum başa döndüğümde. Bu sefer kağıt yok, naklen yazıyorum çünkü. Mehmet Ali Birant bile haber bülteninin yarısını "eiii" diyerek geçirirken, ben alakasız kelimelerle cümleler kurmuşum, cümlelerim anlatımın akışına uygun biçimde sıralanmamış çok mu?
Daha uzun bir yazı yazmayı planlıyordum mesela.
Ama ben hep bö...
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
ben böyleyim,
M.Ali Birant,
üşengeçlik
Teoman'dan Babasına
Bir şarkın da kötü olsun be, diye dinlenmeye başlanır Teoman bir süre sonra.
Hissettire hissettire söyler şarkısını.
Ama Teoman'ı şarkılardan çok kadınlara yakıştıştırırsınız. Çapkınlıklarıyla hatırlarsınız. Ben, bir de bunu okuyun Teoman'ı yeniden şekillendirin kafanızda, derim:
bir çocuk iki yaşındayken babası
ölmüşse , onunla ilgili anıları
varlığıyla değil, yokluğuyla
ilgili oluyor.
yine de iki tane anı parçacığı
kalmış bende. birinde ben
gece yarısı uyanmışım, sen
koşup kucağına alıyorsun beni;
diğerindeyse salonda hazırlanmış
bir yatakta bitkin yatıyor ve sürekli
öksürüyorsun. ikişer saniyelik iki
hatıra.
anı niyetine kalan bir kaç kitap var yine de. ve
bir de; almaya başladığın meydan
larousse fasikülleri. büyüyünce çok işime
yarayacağını söylemişsin anneme.
senden sonra biz biriktirdik, 12 cilt oldular.
evde bıraktığın hüzün, senin
nasıl biri olduğunu sormaktan
alakoyduğu için beni, ben de onları okudum
ilkokula başlar başlamaz. bergman’ın
”yedinci mühür”ü, goethe’nin “faust” u, senin
yüzünden yedi yaşımda girdiler
hayatıma. anladığımı
sanmıyorum o yaşta, ama amaç seni
tanımaktı nasılsa.
bir de resimlerine baktım hep. şimdi benim
boylarımda-aynı boydaymışız
zaten- esmer, zayıf, güleç, zarif bir adam.
evde senden bahsedildiği ve
ağlanıldığı zamanlarda,
içeriye kaçtıysam da, bir kulağım orada
oldu hep. onları da kattım tasvirine. mavi
gömlekleri sevdiğini, günde iki kere traş olduğunu, inatçılığını,
zekiliğini ve nasıl tüm ailenin
gözbebeği olduğunu öğrendim yan odadan.
ve ölümüne yakın bana ayakkabı almak için
mağazaya girdiğinde, yürüyecek gücün
olmadığından, nasıl bir
koltuğa çöküp, tezgahtarlardan tüm çocuk
ayakkabılarını ona getirmelerini rica
edişini...
adımı koyarken de
zorlanmışsın. türk dil kurumuna gidip,
günlerce isim aramışsın bana. hatta
adım önce “alper”miş, nüfus
cüzdanımı çıkarttıktan sonra
”teoman” ismini çok beğenip,
değiştirmişsin ismimi. adımı
çok sevişim ondan.
büyüyünce öğrendim bazı detayları da.
azcık kalan paranızla halam yemek almaya
çalışırken, “n’olur sigara alalım”
deyişini, yatılı okuldan
çıktığın cumartesi günleri gezmek
yerine, yeğenini alıp cerrahpaşa’da
yatan yahya kemal beyatlı’yı ziyaret
edişini, aşık veysel ile
tanışmak için giresun’dan sivas’a
gidişini, sonradan öğrendim. aynı sana
çekmişim, böylece anladım.
ama çok kızdım sana ve tanrıya
küçükken. “niye ben?” diye sordum ona. sana da kendine
dikkat etmediğin için kızdım.
şimdi senden yaşlıyım.
öldüğün yaşı çoktan geçtim. sana ve ona
kırgınlığım da çoktan geçti
zaten.
annem geçenlerde, sakladığı bir
yerden benim büyüyüşümü kaydetmek için
aldığın 8 mm kamerayı verdi bana.
yepyeni. içinde kullanılmamış ham
filmler bile var. 38 yıldır öylece
beklemişler. ölüyor olduğun için vaktin
olmamış kullanmaya.
bir şey daha söylemek isterim. seni tanıyan
herkesin, geçen onca yıla karşın
adını söylerken sesleri titriyor ve
gözlerinde hep bir sevgi ve buğu var. azcık
zamanda herkesin kalbine girmiş ve
çıkmamışsın.
ölerek beni çok üzdün ama, böyle bir adam
olduğun için hep gurur duydum seninle.
beni tanısan, sen de gurur duyardın ,
eminim.
varlığınla ve yokluğunla beni
var ettiğin için teşekkürler. nur içinde yat.
Zırvalayan
büyük balık
2
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
babaya söylenebilecek en güzel şeyler,
teoman
7 Temmuz 2010 Çarşamba
Bence Ofsayıt
Dünya Kupası.
Vuvuzelalar.
Arı kovanına parmak sokmuşsun gibi sesler yükseliyor yaklaşık bir aydır Güney Afrika'dan.
Herkes şikayetçi, çalınmamalarını istiyordu. Yalnız, bizim Türk milleti olarak asıl yapmamız gereken şey Ömer Üründül'e "enteresan, kritik, ofsayıt" kelimelerini yasaklamak olmalıydı.
Sayın Ömer Üründül'ün TV8'de Serie A maçlarını yorumladığını hatırlarım. Kanal İtalya'nın yanında İngiltere ve Brezilya'nın da maçlarını canlı olarak yayınlarken, Ömer Üründül sadece Serie A maçlarında yorum yapardı.
Her Milan maçında "nooolur hasta olsun da, o adam olmasın bu maçın sunumunda" diye dua ederdim. Deli olurdum her zeedorft(seedorf), jüventüz, ofsayııt, enteresan, kritik maç dediğinde.
Rahatsızlık unsurları daha da indirgenmiş maçlar için diyorum, yasaklansın diye.
...
Brezilya elendiğinden beri takip etmiyorum ben maçları. Sanki izlenesi maçlar Brezilya maçlarıydı. Tabii ki beğenmiyordum ama alışkanlık. Ben her turnuvada Brezilya'yı tutarım.
Dün de Hollanda-Uruguay yarı final maçı olduğundan bihaber turuncu turuncu eşofmanlarımı giyip koşuya çıktım. Geldiğimde de baktım maç var, oturayım da izleyeyim bari dedim.
Ne yalan söyleyeyim, Hollanda'nın sistemli oyunu beni çok sıktı, Uruguay'ın maça asılması da beni etkiledi. Ömer Üründül'ün Van Persie'nin duruşunu "topa dokunmuyor ama bence ofsayıt" diye yorumladığı, Sneijder'in golüyle dağılsa da Uruguay, Forlan'ı saymazsak, çok iyiydi.
Ben de bu yıl en çok yaptığım şeyi yaptım: Döndüm. Hollandayı tutarak başladığım maçı, Uruguay'ı destekleyerek bitirdim.
Turuncu turuncu üzüldüm.
Turuncu turuncu...
Vuvuzelalar.
Arı kovanına parmak sokmuşsun gibi sesler yükseliyor yaklaşık bir aydır Güney Afrika'dan.
Herkes şikayetçi, çalınmamalarını istiyordu. Yalnız, bizim Türk milleti olarak asıl yapmamız gereken şey Ömer Üründül'e "enteresan, kritik, ofsayıt" kelimelerini yasaklamak olmalıydı.
Sayın Ömer Üründül'ün TV8'de Serie A maçlarını yorumladığını hatırlarım. Kanal İtalya'nın yanında İngiltere ve Brezilya'nın da maçlarını canlı olarak yayınlarken, Ömer Üründül sadece Serie A maçlarında yorum yapardı.
Her Milan maçında "nooolur hasta olsun da, o adam olmasın bu maçın sunumunda" diye dua ederdim. Deli olurdum her zeedorft(seedorf), jüventüz, ofsayııt, enteresan, kritik maç dediğinde.
Rahatsızlık unsurları daha da indirgenmiş maçlar için diyorum, yasaklansın diye.
...
Brezilya elendiğinden beri takip etmiyorum ben maçları. Sanki izlenesi maçlar Brezilya maçlarıydı. Tabii ki beğenmiyordum ama alışkanlık. Ben her turnuvada Brezilya'yı tutarım.
Dün de Hollanda-Uruguay yarı final maçı olduğundan bihaber turuncu turuncu eşofmanlarımı giyip koşuya çıktım. Geldiğimde de baktım maç var, oturayım da izleyeyim bari dedim.
Artık farz olduğu üzre de Hollanda'yı tutuyorum. Ama öyle rahat oynuyor ki Hollanda, öyle uyuşturuyor ki maçı, kaslarımdaki laktik asit dürtüklemesiyle de iyice uyku pozisyonuna giriyorum. Ağzımı kapatmaya zahmet etmeden koccaman açarak esniyorum ve o sırada Van Bronckhorst öyle güzel bir gol atıyor ki ağzım şaşkınlıktan kapanmıyor.
Ne yalan söyleyeyim, Hollanda'nın sistemli oyunu beni çok sıktı, Uruguay'ın maça asılması da beni etkiledi. Ömer Üründül'ün Van Persie'nin duruşunu "topa dokunmuyor ama bence ofsayıt" diye yorumladığı, Sneijder'in golüyle dağılsa da Uruguay, Forlan'ı saymazsak, çok iyiydi.
Ben de bu yıl en çok yaptığım şeyi yaptım: Döndüm. Hollandayı tutarak başladığım maçı, Uruguay'ı destekleyerek bitirdim.
Turuncu turuncu üzüldüm.
Turuncu turuncu...
Zırvalayan
büyük balık
1 muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
dünya kupası,
Hollanda,
Ömer Üründül,
Uruguay,
vuvuzela
4 Temmuz 2010 Pazar
Evvel Zaman İçinde
Ben küçükken... salaktım, Cem Yılmaz'ın dediği gibi. Deliydim.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; enerji tasarrufu yapan floresan lambalar yoktu. Mum falan da değil de, Edison'un ahir zamanda icat ettiği ampulleri kullanırdık. Ben de odanın tam ortasına yatardım, ışığın altına. Rengarenk yapraklar dökülürdü sanki. Ha, biliyordum dokunabileceğim bir şey olmadığını ama yine de tutmaya çalışıyordum, pembe ve mavi olanlarını.
Atarim vardı benim küçükken. CounterStrike, KnightOnline, FIFA mifa oynayarak değil, Süper Mario oynayarak büyüdüm. O kadar heyecanlıydı ki, Mario zıplarken ben de zıplardım. Sanki atari değil de, xbox 360.
Koltuğa oturup da televizyon izleme alışkanlığım hiç yoktu. Televizyonun dibine uzanır, ayaklarımı da televizyon sehpasına dayardım. Başımın altına da ne kadar yastık koyarsam koyayım, ellerimi başımın altında kenetlenmeden o yükseklik yeterli olmazdı. He, illa ki oturarak izlemem gerekiyorsa küçük sandalyemi koltuğun dibine dayar, oraya oturur öyle izledim. Evdeki koltukların suyu çıkmıştı çünkü.
Her tatil dönüşü "ne kadar da bronzlaşmışım" diye hava atardım. O zamanlar hemen bronzlaşıyorsun tabi, şimdi bir ay öğlen sıcağının altında dur, sonuç : " Ben seni tatil dönüşü gördüğümde taş gibi hatundun 2 hafta geçti yine amele gibi bembeyaz olmuşsun."
Çocukların, polis olan babamın silahını gördüklerinde "uu,silaha baksana" tepkisi beni dünyaya hakim olabilecek kadar güçlü bir adamın kızına dönüştürürdü hemen. Gerçi babam hakkındaki düşüncelerim hala değişmedi, değişmez de; ama şöyle bir durum var:
4. ya da 5. sınıftayım. İskeleden balıklama atlamaya çalışıyorum. Babam da kumsalda. Eceline susamış, benden birkaç yaş büyük bir oğlan sen geeel, beni denize it. Sudan çıkınca babamın çocuğa doğru gelişini ve çocuğun yüzündeki dehşet ifadesini gördüm. Çocuğu ensesinden yakaladı ve iskeleden doğru kumsala indirdi. Yıkık bir duvar vardı, oraya yapıştırdı, dirseğini de boynuna dayadı: "Seni bir daha benim kızımın yakınında görürsem, doğduğuna pişman ederim!"
Bir kişi de kalkıp bir şey dese. Hoş, öyle bir anda benim babama bir şey söylemek her yiğidin harcı değildir.
O çocuk da bu olayın etkisinde kalmış yıllarca, garibim. Geçen sene yeni yeni selam vermeye başladı bana. O da uzaktan uzaktan..
Annem dudaklarım çatlayınca ruj sürerdi bana, küçükken. Ben de saat başı gider birkaç kat çıkardım onun üstüne. Aynaya bakınca maymuna benzeyen bir surat görmüyor muydum acaba?
Orta okula yeni başladığım zaman gündemdeki konu erkeklerdi. Bütün kızlar erkekleri konuşur "bana 30 kişi çıkma teklif etti, o beni seviyormuş, şu beni seviyormuş..." E ben? Şu yaşıma kadar benden hoşlanmış erkekleri saysam 30'un yarısı etmez be! Ama yediremezdim de, bilmiyorum ki saymadım hiç, derdim. Sayacak bir şey vardı da ben mi saymadım.
Orta sonda bana da denk geldi bir enayi. Ha, ondan önce de olmadı değil ama uğraşamazdım ben, ne yapacaktım o yaşta sevgiliyi? 8. sınıfta yaptım ilk hatamı. Gaza geldim: " Düşünseneee, çıktığın ilk çocuk okulun en yakışıklı çocuğu olacak!" E, çocuk işte. Bir şeye de benzese hani.
İlk konuşmamızı dün gibi hatırlarım:
-Aslında sana çiçek alacaktım ama güzelliğin karşısında solar diye almadım. (Peeeh!)
-Sağ ol yaa.
-Nasıl desem bilmiyorum ki. İlk defa bu kadar zorlanıyorum bir kızın karşısında. Anlamışsındır ne diyeceğimi. (Resmen salak mısın dedi)
-Hı hı.
-Senden çok hoşlanıyorum, benimle çıkar mısın?
(Bir an sessizlik.)
-Peki
-Ohh. (Rahatlama ifadesi.)
-Amaaa! Ben sınava hazırlanıyorum.(Lise giriş sınavı) Mesaj atmayacaksın bana, aramayacaksın. Dışarıda da görüşmeyeceğiz.
-Peki (Sersemlemiş surat)
Bu kadar olurdu yani. Zavallım, sınıfıma gelirdi; ben kalkar kantine inerdim, onu öylece bırakıp. Okul bittikten sonra hiç aramadım, öylece bitti. Daha doğrusu ben öyle sandım.
O yaz bir coşma dönemimdi benim. Bu yakışıklı(!) beni aramayınca ben de bitti zannettim ya, 3 yıl peşimden koşan bir çocuğun çıkma teklifini kabul ettim. O, zavallım2, İstanbul'da. Ben tatilde. Telefonla idare ediyorum. İstanbul'a döndüğümde "ne zaman buluşacağız" dediiii ve o an her şey bitti:
-Yapamıyorum ben, çok kötüyüm bu aralar. Depresyona giriyorum sanırım (bacak kadar çocukta ne depresyonu?) Senden ayrılmayı bile düşünüyorum, dedim.
-Benden ayrılmayı mı düşünüyorsun?
-Evet :(((((
-Ciddi misin?
-Evet, ayrılmak istiyorum. (Nokta)
Bu arada bir de kendimden 8 yaş büyük bir herifi kandırdım. 19 yaşındayım da üniversiteye hazırlanıyorum da bilmem ne. Daha lise kapısından içeri girmemiştim ben! Yüz yüze konuşmuşluğumuz yoktu ama hep bakışırdık. O bir salak, ben daha da salak. Hak etti ama bacak kadar çocuğun parmağında oynamayı. Ben de az değilmişim hani. Anlatacağım bunu daha sonra uzun uzun.
Ve lisedeki aptallıklarım...
Onlar çıkardı beni çocukluktan sanırım, canımı çok yaktı. Liseye başlarken " ben artık büyüdüm, arkadaşlarımla onu yapıcam, bunu yapıcam" diyen kız, şimdi "tıp kazanamazsam ne olacak, hangi üniversiteye gideceğim, yalnız nasıl yaşayacağım, ben alışamam ki hemen" diye kara kara düşünür oldu.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; enerji tasarrufu yapan floresan lambalar yoktu. Mum falan da değil de, Edison'un ahir zamanda icat ettiği ampulleri kullanırdık. Ben de odanın tam ortasına yatardım, ışığın altına. Rengarenk yapraklar dökülürdü sanki. Ha, biliyordum dokunabileceğim bir şey olmadığını ama yine de tutmaya çalışıyordum, pembe ve mavi olanlarını.
Atarim vardı benim küçükken. CounterStrike, KnightOnline, FIFA mifa oynayarak değil, Süper Mario oynayarak büyüdüm. O kadar heyecanlıydı ki, Mario zıplarken ben de zıplardım. Sanki atari değil de, xbox 360.
Koltuğa oturup da televizyon izleme alışkanlığım hiç yoktu. Televizyonun dibine uzanır, ayaklarımı da televizyon sehpasına dayardım. Başımın altına da ne kadar yastık koyarsam koyayım, ellerimi başımın altında kenetlenmeden o yükseklik yeterli olmazdı. He, illa ki oturarak izlemem gerekiyorsa küçük sandalyemi koltuğun dibine dayar, oraya oturur öyle izledim. Evdeki koltukların suyu çıkmıştı çünkü.
Her tatil dönüşü "ne kadar da bronzlaşmışım" diye hava atardım. O zamanlar hemen bronzlaşıyorsun tabi, şimdi bir ay öğlen sıcağının altında dur, sonuç : " Ben seni tatil dönüşü gördüğümde taş gibi hatundun 2 hafta geçti yine amele gibi bembeyaz olmuşsun."
Çocukların, polis olan babamın silahını gördüklerinde "uu,silaha baksana" tepkisi beni dünyaya hakim olabilecek kadar güçlü bir adamın kızına dönüştürürdü hemen. Gerçi babam hakkındaki düşüncelerim hala değişmedi, değişmez de; ama şöyle bir durum var:
4. ya da 5. sınıftayım. İskeleden balıklama atlamaya çalışıyorum. Babam da kumsalda. Eceline susamış, benden birkaç yaş büyük bir oğlan sen geeel, beni denize it. Sudan çıkınca babamın çocuğa doğru gelişini ve çocuğun yüzündeki dehşet ifadesini gördüm. Çocuğu ensesinden yakaladı ve iskeleden doğru kumsala indirdi. Yıkık bir duvar vardı, oraya yapıştırdı, dirseğini de boynuna dayadı: "Seni bir daha benim kızımın yakınında görürsem, doğduğuna pişman ederim!"
Bir kişi de kalkıp bir şey dese. Hoş, öyle bir anda benim babama bir şey söylemek her yiğidin harcı değildir.
O çocuk da bu olayın etkisinde kalmış yıllarca, garibim. Geçen sene yeni yeni selam vermeye başladı bana. O da uzaktan uzaktan..
Annem dudaklarım çatlayınca ruj sürerdi bana, küçükken. Ben de saat başı gider birkaç kat çıkardım onun üstüne. Aynaya bakınca maymuna benzeyen bir surat görmüyor muydum acaba?
Orta okula yeni başladığım zaman gündemdeki konu erkeklerdi. Bütün kızlar erkekleri konuşur "bana 30 kişi çıkma teklif etti, o beni seviyormuş, şu beni seviyormuş..." E ben? Şu yaşıma kadar benden hoşlanmış erkekleri saysam 30'un yarısı etmez be! Ama yediremezdim de, bilmiyorum ki saymadım hiç, derdim. Sayacak bir şey vardı da ben mi saymadım.
Orta sonda bana da denk geldi bir enayi. Ha, ondan önce de olmadı değil ama uğraşamazdım ben, ne yapacaktım o yaşta sevgiliyi? 8. sınıfta yaptım ilk hatamı. Gaza geldim: " Düşünseneee, çıktığın ilk çocuk okulun en yakışıklı çocuğu olacak!" E, çocuk işte. Bir şeye de benzese hani.
İlk konuşmamızı dün gibi hatırlarım:
-Aslında sana çiçek alacaktım ama güzelliğin karşısında solar diye almadım. (Peeeh!)
-Sağ ol yaa.
-Nasıl desem bilmiyorum ki. İlk defa bu kadar zorlanıyorum bir kızın karşısında. Anlamışsındır ne diyeceğimi. (Resmen salak mısın dedi)
-Hı hı.
-Senden çok hoşlanıyorum, benimle çıkar mısın?
(Bir an sessizlik.)
-Peki
-Ohh. (Rahatlama ifadesi.)
-Amaaa! Ben sınava hazırlanıyorum.(Lise giriş sınavı) Mesaj atmayacaksın bana, aramayacaksın. Dışarıda da görüşmeyeceğiz.
-Peki (Sersemlemiş surat)
Bu kadar olurdu yani. Zavallım, sınıfıma gelirdi; ben kalkar kantine inerdim, onu öylece bırakıp. Okul bittikten sonra hiç aramadım, öylece bitti. Daha doğrusu ben öyle sandım.
O yaz bir coşma dönemimdi benim. Bu yakışıklı(!) beni aramayınca ben de bitti zannettim ya, 3 yıl peşimden koşan bir çocuğun çıkma teklifini kabul ettim. O, zavallım2, İstanbul'da. Ben tatilde. Telefonla idare ediyorum. İstanbul'a döndüğümde "ne zaman buluşacağız" dediiii ve o an her şey bitti:
-Yapamıyorum ben, çok kötüyüm bu aralar. Depresyona giriyorum sanırım (bacak kadar çocukta ne depresyonu?) Senden ayrılmayı bile düşünüyorum, dedim.
-Benden ayrılmayı mı düşünüyorsun?
-Evet :(((((
-Ciddi misin?
-Evet, ayrılmak istiyorum. (Nokta)
Bu arada bir de kendimden 8 yaş büyük bir herifi kandırdım. 19 yaşındayım da üniversiteye hazırlanıyorum da bilmem ne. Daha lise kapısından içeri girmemiştim ben! Yüz yüze konuşmuşluğumuz yoktu ama hep bakışırdık. O bir salak, ben daha da salak. Hak etti ama bacak kadar çocuğun parmağında oynamayı. Ben de az değilmişim hani. Anlatacağım bunu daha sonra uzun uzun.
Ve lisedeki aptallıklarım...
Onlar çıkardı beni çocukluktan sanırım, canımı çok yaktı. Liseye başlarken " ben artık büyüdüm, arkadaşlarımla onu yapıcam, bunu yapıcam" diyen kız, şimdi "tıp kazanamazsam ne olacak, hangi üniversiteye gideceğim, yalnız nasıl yaşayacağım, ben alışamam ki hemen" diye kara kara düşünür oldu.
Zırvalayan
büyük balık
4
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
aşk meşk,
babam ve ben,
ben böyleydim,
çocukluk,
ergenlik,
kahramanım süper mario
3 Temmuz 2010 Cumartesi
Odamda Geleceğin Tikisi Var
Benim çok arkadaşım yoktur evime gelen giden. Daha çok küçük kızlar ziyaret ederler odamı. "Annem uyuyor da bana su verir misin ablaaa" demek için çalarlar kapımı.
Biri de yan komşumuzun kızı.
Canı sıkılır, oturmaya gelir bana. Evcilik oynarız, o Barbie olur, ben Ken. Şaka şaka.
Ben burda bilgisayar başındayken, o benim vakti zamanında oynamaya kıyamayıp da çocuklarıma sakladığım oyuncaklarımla oynar, arada bir absürt sorular sorar.
Bugün de ona makyaj yapmamı istedi. Kırmayayım kızı dedim, aldım makyaj malzemelerimi boyuyorum yüzünü gözünü. Hazır çıkarmışken kendime de kırmızı ruj süreyim dedim. Kırmızı, bildiğiniz kırmızı.
- Sen de mi kırmızı ruj sürüyorsun ablaaağ?
Eşek saatime denk geldi sanırım, durdum bir an, baktım yüzünde çok saf bir ifade var.
- Hayır, mor sürüyorum.
- Mor muuuuuuuuğ? ( Abartısız, her cümle sonuna gelen zavallı kelimeyi böyle çekiştiriyoruz.)
- Lacivert.
-...
O an yüzü öyle acayip bir hal aldı ki, üzüldüm. Kendime de kızdım.
- Evet tatlım evet, ben de kırmızı sürüyorum dedim.
Gayet net kırmızı. Bildiğin kırmızı.
Biri de yan komşumuzun kızı.
Canı sıkılır, oturmaya gelir bana. Evcilik oynarız, o Barbie olur, ben Ken. Şaka şaka.
Ben burda bilgisayar başındayken, o benim vakti zamanında oynamaya kıyamayıp da çocuklarıma sakladığım oyuncaklarımla oynar, arada bir absürt sorular sorar.
Bugün de ona makyaj yapmamı istedi. Kırmayayım kızı dedim, aldım makyaj malzemelerimi boyuyorum yüzünü gözünü. Hazır çıkarmışken kendime de kırmızı ruj süreyim dedim. Kırmızı, bildiğiniz kırmızı.
- Sen de mi kırmızı ruj sürüyorsun ablaaağ?
Eşek saatime denk geldi sanırım, durdum bir an, baktım yüzünde çok saf bir ifade var.
- Hayır, mor sürüyorum.
- Mor muuuuuuuuğ? ( Abartısız, her cümle sonuna gelen zavallı kelimeyi böyle çekiştiriyoruz.)
- Lacivert.
-...
O an yüzü öyle acayip bir hal aldı ki, üzüldüm. Kendime de kızdım.
- Evet tatlım evet, ben de kırmızı sürüyorum dedim.
Gayet net kırmızı. Bildiğin kırmızı.
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
barbie-ken,
çocukları severim,
kırmızı ruj,
tikilik
30 Haziran 2010 Çarşamba
Hayatı Tırmanırken Atladığımız Basamaklar
Hayatı tırmanırken bazı basamakları atladığım oluyor
Ve hiçbir basamak affetmiyor bunu
Acaba hayatımıza birkaç gün olsa bile ilahi anlatıcının gözünden baksak nelerin farkında varabilirdik?
Piyonu olduğumuz oyunlar, arkamızdan çevrilen işler, dedikodular bir yana, eğer yaşantımıza yukarıdan baksaydık, basamaklarını atlayarak çıktığımız merdivenlerin yıkılmaya yüz tuttuğunu görebilir miydik? Atladığımız basamakların acısının yine bizden çıkacağının farkında olur muyduk yaşlanmadan ya da bilinen hayatımızın sonuna yaklaşmadan?
Ama biz hiçbir şeyi vaktinde ve rahatça yaşayamadığımızı fark ediyor, çok tıfıl sevinçler için bile ne büyük ve hacimli bedeller ödediğimizi hatırlıyor, görüyor, buruluyor, daha da hiçbir şey yapmak istemiyoruz.
...
Uzun zamandır bunu yazmak istiyorum fakat uygun kelimeler bir türlü gelmiyor kalemimin ucuna. Bu da biraz zorlama mı oldu ne. Yine de yazıyorum, çünkü bir şekilde ifade edemezsem, soğuyacak ve ben de daha sonra yazmak istemeyeceğim. Oysa bu içimde kalmamalı
...
Canın sağ olsun, gerisi önemli değil derler ya; birinin bize bunu sıkça hatırlatması gerekiyor. Çünkü bizler için yol çok engebeli, çok sisli artık. Kaşıktaki yağı dökmemek için gösterdiğimiz inanılmaz çaba çevremizde olan bitenden soyutluyor bizi, hayattan soyutluyor. E çevrendekilere bakmaya kalksan kaşıktaki yağı dökmek ne, ayakta duramazsın ayakta! O kadar berbat altyapısı, o kadar berbat yolları bu hayatın.
Benim de, son dönemdeki en büyük problemim, uğraşımdı LYS. Ders çalışmadığım zamanlar zihnimde tekrar yapıyordum, hatırlıyor muyum diye. Kitap okuyamıyordum, film izleyemiyordum, sadece dershane yollarında müzik dinleyebiliyorum. Uyuyacakken bile vicdanım sızlıyordu, acaba biraz daha çalışsa mıydım diye.
27 Haziran Pazar sabahı, heyecan dorukta sınav olacağım okula gittim, erkenden. Sınav 10'da ama ben 9.20'de girdim içeri. Sınıfı bulamazsam, WC'ye gitmem gerekirse.. .bir panik bir panik.
Sınava gireceğim sırada babamın telefonu çaldı. Uzaklaştı konuşurken, göremedim. Öpemeden girdim içeri.
Sınav başladı, aklımda sınavdan başka hiçbir şey yok; bitirdim, çıktım. Güzel de geçti.
Ailemin yanına döndüğümde, babama gelen telefonun, onun yakın bir arkadaşının beyin kanaması haberini verdiğini öğrendim. İnanın, bütün sene bu sınava hazırlanmanın bende yarattığı stres, hala bir rahatlamaya dönüşemedi. Nasıl dönüşsün ki ?
Çok mu önemliydi sanki birinin hayatının yanında benim bir senemi adadığım şey. Üstelik kazanamasam bile, seneye deneyecektim. Böyle bir şansa sahip olduğum için de şanslıydım, şu an o şansa sahip olamayan bir sürü insan var.
Bakmak zorunda olduğu bir ailesi olduğu halde işi olmayan insanlar var.
Okula gidemeyen çocuklar var.
Küçücük yaşta evlenmek zorunda kalan kızlar var.
Yatacak evi, yiyecek bir lokma ekmeği olmayanlar, savaşın, sefaletin, kuraklığın ortasında yaşam mücadelesi veren insanlar var.
Bir de bunların acısını bilmediği için, sadece küçük beyinler için büyük sorun olabilecek şeyleri dert edenler var.Yaşamayı, yaşamın anlamını ve amacını bilmediği için her şeyden şikayet eden, hayatının sonuna kadar elinden oyuncağı alınmışçasına davranan şımarık, küçük bir çocuk olarak kalan insanlar var.
Canım sıkkın ya şimdi, Pollyannacılık oynamaya çalışıyorum.
Bırakayım da Shakespeare anlatsın o zaman:
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.
Zırvalayan
büyük balık
4
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
daha önemli şeyler de var,
melankoli,
pollyannacılık,
shakespeare,
sınav psikolojisi
26 Haziran 2010 Cumartesi
Kanal D'den Edebiyat Dersleri
Alanım olmamasına rağmen LYS-3'e de girdim bugün. Bu kadar rahat geçirdiğim bir sınav daha yok. Bildiğim bilmediğim tüm soruları yaptım. 56 edebiyat, 24 coğrafya, toplam 80 soru. 80'de 80 işaretli benim cevap kağıdımda.
Öyle bir yorumlamışım ki paragrafları, soruları ve şıkları; sınavın sonuna yaklaştıkça zihnimin daha da açıldığını hissettim. ( Umarım yarınki fen sınavında da sürer bu etki.)
10. sınıfta işlemiştik biz en son doğru düzgün edebiyat dersini. Sonraları; sizin ne işinize yarayacak edebiyat, dediler. Oturun fizik çözün, kimya çözün, biyoloji çözün, dediler. Biz de boş ders dedik, geyik yaptık. Kısaca ben bilmiyorum edebiyattan bir şey. Oturdum, 85 dakika boyunca soru kitapçığında cevapları aradım durdum:
Hangisinde yanlış bilgi vardır diye sormuşlar. Biri hariç hepsi çok düzgün şıkların. Şıkların bahsettiği şeyler hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bir şık çok sırıttı: Metafizikle yakından ilgilenen bilmem kim, politika, bilim vs hakkında bilmem ne dergisinde çok sayıda makale yazmıştır, diye bir şık. Metafizikle bu kadar yakından ilgileniyorsa neden politika molitika yazsın ki; var bunda bir iş dedim ve o şıkkı işaretledim. Doğru cevap hakkında başka bir bilgim yok.
Bir kitap özeti vermişler kitabın adını sormuşlar bir diğer soruda. Aşk, aşk yüzünden toplumla yaşanılan çatışma anlatılıyormuş kitapta. Daha önce okumadığım bir romandı ama şıklarda ona uygun yalnızca bir isim vardı: Huzur.
Diğerleri o kadar alakasızdı ki eğer o romanın ismi başka bir şeyse ya o yazarda sorun vardır ya da soru yanlıştır.
Bir soruda Servet-i Fünun şairlerini, öykücülerini romancılarını sormuşlar. Servet-i Fünun ne bilmiyorum ki ben sanatçısını bileyim. Hemen yan sayfada bir paragraf ilişti gözüme. Servet-i Fünun'dan bahsediyor. İstanbul'un konak yaşamı falan anlatılıyormuş romanlarda. Şıklarda Halit Ziya'yı gördüm mü, işaretledim hemen. Bütün kış boyunca Kanal D bas bas bağırmadı mı?
Öyle bir yorumlamışım ki paragrafları, soruları ve şıkları; sınavın sonuna yaklaştıkça zihnimin daha da açıldığını hissettim. ( Umarım yarınki fen sınavında da sürer bu etki.)
10. sınıfta işlemiştik biz en son doğru düzgün edebiyat dersini. Sonraları; sizin ne işinize yarayacak edebiyat, dediler. Oturun fizik çözün, kimya çözün, biyoloji çözün, dediler. Biz de boş ders dedik, geyik yaptık. Kısaca ben bilmiyorum edebiyattan bir şey. Oturdum, 85 dakika boyunca soru kitapçığında cevapları aradım durdum:
Hangisinde yanlış bilgi vardır diye sormuşlar. Biri hariç hepsi çok düzgün şıkların. Şıkların bahsettiği şeyler hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bir şık çok sırıttı: Metafizikle yakından ilgilenen bilmem kim, politika, bilim vs hakkında bilmem ne dergisinde çok sayıda makale yazmıştır, diye bir şık. Metafizikle bu kadar yakından ilgileniyorsa neden politika molitika yazsın ki; var bunda bir iş dedim ve o şıkkı işaretledim. Doğru cevap hakkında başka bir bilgim yok.
Bir kitap özeti vermişler kitabın adını sormuşlar bir diğer soruda. Aşk, aşk yüzünden toplumla yaşanılan çatışma anlatılıyormuş kitapta. Daha önce okumadığım bir romandı ama şıklarda ona uygun yalnızca bir isim vardı: Huzur.
Diğerleri o kadar alakasızdı ki eğer o romanın ismi başka bir şeyse ya o yazarda sorun vardır ya da soru yanlıştır.
Bir soruda Servet-i Fünun şairlerini, öykücülerini romancılarını sormuşlar. Servet-i Fünun ne bilmiyorum ki ben sanatçısını bileyim. Hemen yan sayfada bir paragraf ilişti gözüme. Servet-i Fünun'dan bahsediyor. İstanbul'un konak yaşamı falan anlatılıyormuş romanlarda. Şıklarda Halit Ziya'yı gördüm mü, işaretledim hemen. Bütün kış boyunca Kanal D bas bas bağırmadı mı?
"Halit Ziya Uşaklıgil'in ölümsüz eserinden... Aşk-ı Memnu."
Aha sana konak yaşamı, aha Aşk-ı Memnu, aha Halit Ziya... İşaretlediğim cevap doğru mu bilmem, ne çalıştıysam değil ne izlediysem onu yaptım ben.
Servet-i Fünun'u açıklayan paragrafın devamında bir yazardan daha bahsediyordu. İstanbul'un konak yaşamı yerine arka mahallelerini anlattığı için Servet-i Fünunculardan ayrıldığı yazıyordu. Hemen gözümün önünde bir Kanal D klasiği daha canlandı.
"Reşat Nuri Güntekin'in ölümsüz eserinden... Yaprak Dökümü."
Gayet sefil bir yaşam tarzı izliyoruz valla biz orda. Kimin eli kimin cebinde bir dizi. Herkes birbirinin işine çomak sokuyor falan...
O soruda da hemen Reşat Nuri'yi işaretledim. Doğru mudur, bilemem. Ne izlediysem onu yaptım ben.
Yalnız şunu eklemeden geçemeyeceğim: Eğer ÖSYM bu sınavda Bihter'in nasıl öldüğünü sorsaydı standardı aşırı derece saptırmış olacaktı Kanal D; ama yine de iyi hazırladı bizi bu sınava. Teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Sağ olasın Kanal D, var olasın Kanal D.
Zırvalayan
büyük balık
2
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
aşkı memnu,
bilumum tırı vırı şeyler,
deha sayılır,
dizi zırvalığı,
kanalD,
sınav zamanı,
teşekkürler,
yaprak dökümü
22 Haziran 2010 Salı
Değişken Hava Çağrışımları
Son zamanlarda bir haller oluyor bu havalara. Günlük güneşlikken kara bulutlar kaplıyor aniden her yanı.
Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası geçerken bize de bırakıyor yağmurunu. Yağmur rahmettir, berekettir; su hayattır. Alalım tabii ki nasibimizi. Ancak bulutların öyle bir hücum edişi var ki mavi mavi gökyüzüne, ödünü koparıyor insanın. Kıyamet mi kopuyor yoksa diye düşündürüyor.
Hani olur ya kıyamet filmlerinde, birden bulutlarla kararır ortalık, hafif bir fırtına kasırgalara tufanlara dönüşür, yağmurlar başlar. Heh, aynen öyle.
Önceleri böyle kasvetli havalar bunaltırdı beni.Sıkıntı basardı, ruhum daralırdı. Tüm sebebi filmler! Tüm hüzünlü filmlerde bir sonbahar yağmuru sahnesi var neredeyse. Hepsinde desem de yeri aslında, istisnasını bulmak çok zor çünkü.
Korku filmleri var bir de... Caanım hava birden soğur, "tekrar" bulutların etkisiyle kararır, şimşekler çakar, uzak bir yerlere yıldırım düşer. Klişe işte.
Yalnız bu günün yağmuru çok farklı şeyler hissetmeme neden oldu. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki; artık yağmurlu havalar içimi falan sıkmıyor, yağmuru izlemek, yağmurda sevgiliyle dolaşmak gibi romantizm merakım da yoktur. Bugün yağmur öyle bir sert yağdı ki, bütün çamuru üzerimden atsın istedim. Çıktım balkona şimşeğe, yıldırıma rağmen.
Allah beni kahretsin! 2 blok öteye yıldırım düştü. Çok korktum diyemeyeceğim çünkü ben o an başka bir şeyden dolayı şoka girmiştim: Yıldırımın gürültüsünün ardından, yan bloğun altından da pouft diye tuhaf bir patlama sesi geldi ve siyah bir duman çıktı. Ama nasıl duman! Bildiğin, Lost'taki blacksmoke. Çimlerin üzerinde ilerliyor. Bir de o dumanı öyle otun, börtünün böceğin üzerinde görünce iyice şok oldum.
Kendime geldiğimde duman kaybolmuştu ve ben acaba yanlış mı gördüm diye düşünmeye başlamıştım. Meğer, Allah'ın cezası jeneratörden çıkan dumanmış. Nasıl çıktıysa o aletten o şey...
Daha önce izlediğim dizilerin, filmlerin hayal gücümü bu kadar etkilediğini hiç düşünmemiştim.
Hayallerimiz bile onların esiri mi oluyor yoksa?
Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası geçerken bize de bırakıyor yağmurunu. Yağmur rahmettir, berekettir; su hayattır. Alalım tabii ki nasibimizi. Ancak bulutların öyle bir hücum edişi var ki mavi mavi gökyüzüne, ödünü koparıyor insanın. Kıyamet mi kopuyor yoksa diye düşündürüyor.
Hani olur ya kıyamet filmlerinde, birden bulutlarla kararır ortalık, hafif bir fırtına kasırgalara tufanlara dönüşür, yağmurlar başlar. Heh, aynen öyle.
Önceleri böyle kasvetli havalar bunaltırdı beni.Sıkıntı basardı, ruhum daralırdı. Tüm sebebi filmler! Tüm hüzünlü filmlerde bir sonbahar yağmuru sahnesi var neredeyse. Hepsinde desem de yeri aslında, istisnasını bulmak çok zor çünkü.
Korku filmleri var bir de... Caanım hava birden soğur, "tekrar" bulutların etkisiyle kararır, şimşekler çakar, uzak bir yerlere yıldırım düşer. Klişe işte.
Yalnız bu günün yağmuru çok farklı şeyler hissetmeme neden oldu. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki; artık yağmurlu havalar içimi falan sıkmıyor, yağmuru izlemek, yağmurda sevgiliyle dolaşmak gibi romantizm merakım da yoktur. Bugün yağmur öyle bir sert yağdı ki, bütün çamuru üzerimden atsın istedim. Çıktım balkona şimşeğe, yıldırıma rağmen.
Allah beni kahretsin! 2 blok öteye yıldırım düştü. Çok korktum diyemeyeceğim çünkü ben o an başka bir şeyden dolayı şoka girmiştim: Yıldırımın gürültüsünün ardından, yan bloğun altından da pouft diye tuhaf bir patlama sesi geldi ve siyah bir duman çıktı. Ama nasıl duman! Bildiğin, Lost'taki blacksmoke. Çimlerin üzerinde ilerliyor. Bir de o dumanı öyle otun, börtünün böceğin üzerinde görünce iyice şok oldum.
Kendime geldiğimde duman kaybolmuştu ve ben acaba yanlış mı gördüm diye düşünmeye başlamıştım. Meğer, Allah'ın cezası jeneratörden çıkan dumanmış. Nasıl çıktıysa o aletten o şey...
Daha önce izlediğim dizilerin, filmlerin hayal gücümü bu kadar etkilediğini hiç düşünmemiştim.
Hayallerimiz bile onların esiri mi oluyor yoksa?
Zırvalayan
büyük balık
1 muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
dizi zırvalığı,
havadan sudan,
Lost
Bir Problemimiz Var!
Bilimin, teknolojinin sürekli olarak ilerlemesiyle "bilmedikleriniz, yanlış bildikleriniz" gibi başlıklar altında ilginç yazılar okuyoruz. Evet, bir gün şu an bildiğimiz, bildiğimiz sandığımız her şeyin yanlış olduğunu öğreneceğiz.
Ama biz bu "doğruların değişebileceği" gerçeğine sadece bilim için geçerliymiş gibi bakıyoruz. Böyle konularda ilerliyoruz ama insanlığımızda geriliyoruz her saniye. Menfaatlerimiz ön plana çıkıyor ve biz masum insanları kullanıyoruz kendi çıkarlarımız için. Şu an buna verebileceğim en güzel örnek de PKK.
PKK'nın canını yaktığı masum insanlar dışında ne alakası olabilir ki masumiyetle, diyebilirsiniz. Ben de zaten PKK masumdur demiyorum. Benim nazarımda da lanet bir terör örgütü o.
Ancak PKK'ya sadece askeri ya da politik bir sorun olarak bakmamak lazım diye düşünüyorum ben; çünkü o en başta en büyük toplumsal sorunlarımızdan biri bizim. Biz bunu unutuyoruz. Askerin dağda vurduğu teröristle orantılı olarak görüyoruz PKK'nın kaybettiği gücü. Sorunu çözmek için bakış açısını değiştirmek gerek, bunu bilmiyoruz. Neden? diye sormayı bilmiyoruz ki biz; cevabını, çözümünü bulalım.
Neden?
Neden PKK'nın bu kadar çok destekçisi var?
Onlara sorsanız, yıllarca adam yerine konmadılar ve PKK onlara bunu vaad ediyor.
Yaşam standartları düşük. İş yok, okul yok, hastane yok, yol yok yol! Adam kışın doğum yapacak olan eşini hastaneye götüremiyor, kar yolları kapatınca, çocuğunu okula götüremiyor. Devletten hizmet mi gördü ki devlete hizmet etsin?
Onların gözünden bakarak söyledim bunları. Ama aslı böyle değil bu işin. Madem hizmet bekliyorlardı, neden otobüslerden indirip vurdular acımadan askeri, polisi, öğretmeni, mühendisi? Kötü oldukları için mi ? Hayır, böyle de değil bu işin aslı. Çünkü okula gidemeyen küçük çocuklar vurmadı onları. Evine ekmek götüremeyen baba da değildi asıl vuran. Hizmet ettiği asıl amacı bilmeyen, çaresizliklerinden yararlanılmış cahil insanlardı. Evet, eğitilmesine fırsat vermediğimiz insanlar. İnsanın neyle yaşadığını bilmeyen insanlar...
Açlık, yoksulluk içinde yaşarlarken insan gibi düşünmelerini bekledik biz onlardan, teröre lanet eylemleri yaparken. Kınadık, kınadık. Bu hain saldırıları hep kınadık. Kınamak sorunu çözüyormuş gibi yaptık bunu bir de!
Artık bu konunun dışkısını çıkaran siyasetçilerimiz, Allah'tan rahmet dilediler şehitlerimiz için, sabır dilediler aileleri için. Asıl sorunun "Kürt" sorunu olduğuna inandırdıkları gibi, Türkiye'de insan yaşamının ucuz olmasına da alıştırdılar bizi: Bir oğlum daha olsa onu da feda ederim bu vatan için...
İnsanlar vatan için yapılabilecek en iyi şeyin ölmek olduğunu düşünür oldu. Daha saygın bir hayat sürmek için kendi vatanını kurması gerektiğine, kendi vatanını kurmak için de kardeşini vurması gerektiğine inandı. O kadar cahildi ki bu insanlar; T.C sınırlarından çıkarabildikleri topraklarda kendi devletlerini kurabileceğine inandı, inanıyor. Tarih tekerrürden ibaret değilmiş gibi...
Ve insanlar ihtiyaçlarıyla arasına konulan her engelde insanlığından biraz daha uzaklaşıyor. Yaşamak, daha iyi yaşamak için her yol mübahtır diyor. Doğru yanlış anlayışı değişiyor sonra. Asıl sorun da gün gibi çıkıyor karşımıza; Tolstoy'un Diriliş romanında çok güzel bir şekilde anlattığı gibi:
Ama biz bu "doğruların değişebileceği" gerçeğine sadece bilim için geçerliymiş gibi bakıyoruz. Böyle konularda ilerliyoruz ama insanlığımızda geriliyoruz her saniye. Menfaatlerimiz ön plana çıkıyor ve biz masum insanları kullanıyoruz kendi çıkarlarımız için. Şu an buna verebileceğim en güzel örnek de PKK.
PKK'nın canını yaktığı masum insanlar dışında ne alakası olabilir ki masumiyetle, diyebilirsiniz. Ben de zaten PKK masumdur demiyorum. Benim nazarımda da lanet bir terör örgütü o.
Ancak PKK'ya sadece askeri ya da politik bir sorun olarak bakmamak lazım diye düşünüyorum ben; çünkü o en başta en büyük toplumsal sorunlarımızdan biri bizim. Biz bunu unutuyoruz. Askerin dağda vurduğu teröristle orantılı olarak görüyoruz PKK'nın kaybettiği gücü. Sorunu çözmek için bakış açısını değiştirmek gerek, bunu bilmiyoruz. Neden? diye sormayı bilmiyoruz ki biz; cevabını, çözümünü bulalım.
Neden?
Neden PKK'nın bu kadar çok destekçisi var?
Onlara sorsanız, yıllarca adam yerine konmadılar ve PKK onlara bunu vaad ediyor.
Yaşam standartları düşük. İş yok, okul yok, hastane yok, yol yok yol! Adam kışın doğum yapacak olan eşini hastaneye götüremiyor, kar yolları kapatınca, çocuğunu okula götüremiyor. Devletten hizmet mi gördü ki devlete hizmet etsin?
Onların gözünden bakarak söyledim bunları. Ama aslı böyle değil bu işin. Madem hizmet bekliyorlardı, neden otobüslerden indirip vurdular acımadan askeri, polisi, öğretmeni, mühendisi? Kötü oldukları için mi ? Hayır, böyle de değil bu işin aslı. Çünkü okula gidemeyen küçük çocuklar vurmadı onları. Evine ekmek götüremeyen baba da değildi asıl vuran. Hizmet ettiği asıl amacı bilmeyen, çaresizliklerinden yararlanılmış cahil insanlardı. Evet, eğitilmesine fırsat vermediğimiz insanlar. İnsanın neyle yaşadığını bilmeyen insanlar...
Açlık, yoksulluk içinde yaşarlarken insan gibi düşünmelerini bekledik biz onlardan, teröre lanet eylemleri yaparken. Kınadık, kınadık. Bu hain saldırıları hep kınadık. Kınamak sorunu çözüyormuş gibi yaptık bunu bir de!
Artık bu konunun dışkısını çıkaran siyasetçilerimiz, Allah'tan rahmet dilediler şehitlerimiz için, sabır dilediler aileleri için. Asıl sorunun "Kürt" sorunu olduğuna inandırdıkları gibi, Türkiye'de insan yaşamının ucuz olmasına da alıştırdılar bizi: Bir oğlum daha olsa onu da feda ederim bu vatan için...
İnsanlar vatan için yapılabilecek en iyi şeyin ölmek olduğunu düşünür oldu. Daha saygın bir hayat sürmek için kendi vatanını kurması gerektiğine, kendi vatanını kurmak için de kardeşini vurması gerektiğine inandı. O kadar cahildi ki bu insanlar; T.C sınırlarından çıkarabildikleri topraklarda kendi devletlerini kurabileceğine inandı, inanıyor. Tarih tekerrürden ibaret değilmiş gibi...
Ve insanlar ihtiyaçlarıyla arasına konulan her engelde insanlığından biraz daha uzaklaşıyor. Yaşamak, daha iyi yaşamak için her yol mübahtır diyor. Doğru yanlış anlayışı değişiyor sonra. Asıl sorun da gün gibi çıkıyor karşımıza; Tolstoy'un Diriliş romanında çok güzel bir şekilde anlattığı gibi:
Hayatta her birimiz bir işi yapmak için, bu işin yararlı, önemli olduğuna inanmak isteriz. Bu nedenle insanın durumu ne olursa olsun, toplumsal hayat hakkında üstleneceği düşünce, yapmakta olduğu işin önemli, yaralı olduğuna kendisini inandıracak biçimde olacaktır.
Mesela biz, hırsızların, katillerin, casusların, kötü kadınların mesleklerini beğenmediklerini, bu yüzden utanç duyduklarını zannederiz. Oysa iş hiç de öyle değildir. Kaderlerinin, işledikleri hatanın yönlendirmesiyle herhangi bir duruma düşen kişiler, bu durum ne denli küçük düşürücü olursa olsun, yaşam konusunda hemen yeni bir görüş ediniverirler. Böylece yeni durumları kendilerine çok yararlı, çok saygıdeğer görünür.
Ustalıklarıyla övünen hırsızları , ahlaksızlıklarıyla övünen fahişeleri, zalimlikleriyle övünen katilleri görünce şaşırırız. Bu şaşkınlığı biz, bu insanların çevrelerinde olmadığımız için duyarız. Oysa bir bakıma onlara hak vermek gerekir. Gerçekten de zenginler varlıklarından -yani vurgunlarından- güçlü insanlar da güçlerinden -yani zorbalıklarından- gurur duymazlar mı ?
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
21 Haziran 2010 Pazartesi
Bayandan Maç Yorumu
Uzun zamandır maç izlemiyorum. Akşam Brezilya maçı olunca çağırdı babam: "Gel bak, çıktı Kaka. Özlemişsindir, izleyelim birlikte." Özlemişim valla, Kaka evlendiğinden beri takip etmiyorum futbol gündemini.
Ben Brezilya'yı tutuyorum malum sebepten dolayı. Aynı sebepten ötürü de babam Fildişi Sahili'ni tutuyor.Alacak mı Brezilya?, dedi. Alacak tabi dedim. Dalga geçti benle. İlk dakikalarda tık yok ki Brezilya'da. Kaka zaten ayakta duramıyor; ne zaman ayağına gelse top, yerde adam.
Evlilik yaramamış sana be Kaka. Neyse konumuz bu değil...
Ben deli gibi maç izlerken Brezilya'nın kalecisi Dida'ydı, Milan'ın da. Cesar da onun yedeğiydi. 2 numara da Cafu'ydu yanlış hatırlamıyorsam. O da Milan'daydı. Şimdi ne yapıyor bilmem. Ronaldo, Ronaldinho, R.Carlos da milli takımdaydı. Lucio daha sessizdi. Bu maçta gördüm, hakeme itiraz etmeler, yok yere kendini yerlere atmalar... Asileşmiş biraz. Kaka da 8 numaraydı be o zamanlar. 10 numara olmuş da ne olmuş sanki. Real Madrid'e gitti bitti o.Zira hiç sevmem o takımı. Çok artist, çok soğuk.
Ha bir de bu maçla alakası yok ama benim bildiğim Brezilya'nın ilk 11inin yarısını (5.5 kişiden bahsetmiyorum tabi) Milanlılar oluşturduğu için aklıma geldi: Maldini de bırakmış futbolu. Üzüldüm valla, onu da çok severdim.
Velhasıl Brezilya gaza gelince güzel oynuyor. İyi pas yapıyor Ömer Amcanın dediği gibi. Çok heyecanlı bir maç izlemedik ama iyi goller gördük.
Turnuva boyunca bol gollü maçlar görmek dileğiyle sevgili futbol severler; artık sevdiğimiz futbolcular karşı takım oyuncularının böğrünü deşmesin, dağıtmasın ağzını burnunu, görmesin kırmızı kart! Hepinize iyi geceler.
Ben Brezilya'yı tutuyorum malum sebepten dolayı. Aynı sebepten ötürü de babam Fildişi Sahili'ni tutuyor.Alacak mı Brezilya?, dedi. Alacak tabi dedim. Dalga geçti benle. İlk dakikalarda tık yok ki Brezilya'da. Kaka zaten ayakta duramıyor; ne zaman ayağına gelse top, yerde adam.
Evlilik yaramamış sana be Kaka. Neyse konumuz bu değil...
Ben deli gibi maç izlerken Brezilya'nın kalecisi Dida'ydı, Milan'ın da. Cesar da onun yedeğiydi. 2 numara da Cafu'ydu yanlış hatırlamıyorsam. O da Milan'daydı. Şimdi ne yapıyor bilmem. Ronaldo, Ronaldinho, R.Carlos da milli takımdaydı. Lucio daha sessizdi. Bu maçta gördüm, hakeme itiraz etmeler, yok yere kendini yerlere atmalar... Asileşmiş biraz. Kaka da 8 numaraydı be o zamanlar. 10 numara olmuş da ne olmuş sanki. Real Madrid'e gitti bitti o.Zira hiç sevmem o takımı. Çok artist, çok soğuk.
Ha bir de bu maçla alakası yok ama benim bildiğim Brezilya'nın ilk 11inin yarısını (5.5 kişiden bahsetmiyorum tabi) Milanlılar oluşturduğu için aklıma geldi: Maldini de bırakmış futbolu. Üzüldüm valla, onu da çok severdim.
Velhasıl Brezilya gaza gelince güzel oynuyor. İyi pas yapıyor Ömer Amcanın dediği gibi. Çok heyecanlı bir maç izlemedik ama iyi goller gördük.
Turnuva boyunca bol gollü maçlar görmek dileğiyle sevgili futbol severler; artık sevdiğimiz futbolcular karşı takım oyuncularının böğrünü deşmesin, dağıtmasın ağzını burnunu, görmesin kırmızı kart! Hepinize iyi geceler.
Zırvalayan
büyük balık
4
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
bir zamanların Brezilya milli takımı,
bir zamanların Milan'ı,
Brezilya,
dünya kupası,
Kaka,
Ömer Üründül
20 Haziran 2010 Pazar
Bazılarımız Doğuştan Şanslı
Aslında dün LYS sınavından çıktıktan sonra o duygu yoğunluyla yazacaktım bu yazıyı.Ama sınavımın nasıl geçtiğini merak edenler yalnız bırakmadılar, sağ olsunlar. Akşam da bir abim çıkıp geldi. Bunalmışsındır sen şimdi hadi kalk bir sinemaya gidelim, dedi. Diyorum ya, bazılarımız doğuştan şanslı.
Ama bazılarımız...
Dün sınav çıkışı gideyim biraz alışveriş yapayım,stres atayım dedim. Sahilden dönüyoruz. Yol kenarında kavga eden iki küçük çocuk gördüm. Nasıl kavga ama! Tekme, tokat, yumruk, yerdeki taşlar, Allah ne verdiyse... Hiii! Çocuklar nasıl kavga ediyor, diye bağırarak ödünü kopardım arabadakilerin: "Aman bir şey oldu sandık, korkuttun"
Daha ne olması gerekiyordu ki ? Anlayamadım ben, anlam veremedim. Diğer vatandaşların düşüncesi de bundan farklı değildi. Allah'ın bir tek kulu bile ayırmaya çalışmadı onları.
Araba uzaklaşana kadar izledim çocukları. O sıcakta "soğuk su" satmaya çalışan sokak çocuklarını. Arabanın klimasından yayılan serinliği hissederken bile dışarıdaki sıcaktan şikayet ederek izledim. Diyorum ya, bazılarımız doğuştan şanslı.
Ağza alınmayacak küfürler ediyor olsa da, kavga ediyor olsa da, hırsızlık yapıyor olsa da bir çocuktan daha masum ne olabilir diye düşündüm durdum:
De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia sadece bir ütopya olduğu için de bazılarımız doğuştan şanslı. bütün çocukları barındırma, büyütme, yetiştirme yetkisi doğrudan devlete ait olsaydı ne yapacaktık ?
Keşke sokak köpeklerine gösterdiğimiz duyarlılığı sokak çocuklarına da gösterebilseydik.
Keşke hepimiz oyuz, buyuz diyeceğimize "Hepimiz Sokak Çocuğuyuz!" diyebilseydik.
Doğuştan şanslı olmasalar da kendi şanslarını kendi fırsatlarını kendileri yaratmaları için gerekli olan imkanları verebilseydik onlara.
Yapamıyoruz biz; o, bu oluyoruz ama insan olmayı beceremiyoruz.
Bazılarımız doğuştan şanslı, evet.
Ama bazılarımız...
Ama bazılarımız...
Dün sınav çıkışı gideyim biraz alışveriş yapayım,stres atayım dedim. Sahilden dönüyoruz. Yol kenarında kavga eden iki küçük çocuk gördüm. Nasıl kavga ama! Tekme, tokat, yumruk, yerdeki taşlar, Allah ne verdiyse... Hiii! Çocuklar nasıl kavga ediyor, diye bağırarak ödünü kopardım arabadakilerin: "Aman bir şey oldu sandık, korkuttun"
Daha ne olması gerekiyordu ki ? Anlayamadım ben, anlam veremedim. Diğer vatandaşların düşüncesi de bundan farklı değildi. Allah'ın bir tek kulu bile ayırmaya çalışmadı onları.
Araba uzaklaşana kadar izledim çocukları. O sıcakta "soğuk su" satmaya çalışan sokak çocuklarını. Arabanın klimasından yayılan serinliği hissederken bile dışarıdaki sıcaktan şikayet ederek izledim. Diyorum ya, bazılarımız doğuştan şanslı.
Ağza alınmayacak küfürler ediyor olsa da, kavga ediyor olsa da, hırsızlık yapıyor olsa da bir çocuktan daha masum ne olabilir diye düşündüm durdum:
Geçen akşam küçük bir çocuğu seviyordum. 2 yaşında falan. Derdini anlatacak kadar konuşamıyor bile. Kucağıma oturttum onu, fış fış kayıkçı oynatıyorum. Önümüzde de masa var, onu ellerinden tutup geri iterken kafasını masaya vurdurdum. Tak diye ses geldi; ama valla çok hızlı vurmadı. Ağlamadı da zaten, geldi kafasını göğsüme koydu, bir süre öyle kaldı. Yüreğime işledi o sessiz duruşu! Canını acıtan bendim ama o yine bana yaslandı onu korumam için. Gerçekten, bir çocuktan daha masum ne olabilir ?
De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia sadece bir ütopya olduğu için de bazılarımız doğuştan şanslı. bütün çocukları barındırma, büyütme, yetiştirme yetkisi doğrudan devlete ait olsaydı ne yapacaktık ?
Keşke sokak köpeklerine gösterdiğimiz duyarlılığı sokak çocuklarına da gösterebilseydik.
Keşke hepimiz oyuz, buyuz diyeceğimize "Hepimiz Sokak Çocuğuyuz!" diyebilseydik.
Doğuştan şanslı olmasalar da kendi şanslarını kendi fırsatlarını kendileri yaratmaları için gerekli olan imkanları verebilseydik onlara.
Yapamıyoruz biz; o, bu oluyoruz ama insan olmayı beceremiyoruz.
Bazılarımız doğuştan şanslı, evet.
Ama bazılarımız...
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
bir problemimiz var
14 Haziran 2010 Pazartesi
Haber Kaynağı Krizi
Uzun zamandır illet facebook'a her girdiğimde ufak çapta bir sinir krizi geçiriyorum. Resmen ortalığı tikiler basmış.
Ve bunlardan bazıları arkadaş listemde.
Ve ben her facebook'a girdiğimde bunların paylaşımlarını görmek zorunda kalıyorum.
Ve nedense bunların çoğu kız arkadaşlar(ım).
Cinsimin rezil yüzleri sizi!
Nasıl bir zihniyettir anlamıyorum ki. Sabahtan akşama kadar msnde takılırken, bir kaç sesli harf tuşuna basmaya mı üşeniliyor cidden ? Yoksa tam olarak düşünemediklerini mi vurgularlar tam olarak yazmayarak? Hem "gel" yerine "gl" yazarken kullanılmayan e'yi yazmaktan daha mı kolay "ben" yerine "ßhen" yazmak?
O ağzı aralık çekilen fotoğraflar da nesi Allah aşkına? Tamam, ben de okumuştum bir kadının ağzının hafif aralık olmasının onu daha çekici yaptığını; ancak riskli bir durum olduğunun dipnot olarak eklenmesi mi gerekirdi illa? Şapşal ifadeler kendileri tarafından hiç mi fark edilemez?
Ayrıca bir kişi fiziğinden memnun değilse, şişkoyum diye kompleks yapmışsa neden günde 15-20 tane omzundan yukarısının fotoğrafını çekip üşenmeden her birinde de kendini etiketleyerek umuma haykırır rezilliğini? (o kadar pozu nerden buluyorsun? bir insanın ağzı burnu yüzü gözü kaç faktöriyel şekil alabilir ki?)
Nedir bu kuğul takılma çabası? Ne, c0oL mu yazmam gerekirdi? prdn yhaaa..
Bu akşam, yatmadan önce Allah böyle kızlara akıl fikir versin diye dua edeceğim. Kadınların evrenin en mükemmel yaratıkları olduğunu savunurken bunlarla kapak olmak istemiyorum çünkü.
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
girl problem,
tikilik
12 Haziran 2010 Cumartesi
Neden Yazıyorum?
Yazıyorum işte...
Cehennemin dibinden, cennete doğru yürümek için yazıyorum. Kendimi ifade ediş tarzım bu bireye de topluma da, onun için yazıyorum. Pankartlar taşıyarak yürürken sesini duyurabiliyorsun ama değiştiremiyorsun bazı şeyleri. Ben, asıl yürüyüşleri kalabalıklara karşı yapmak, anlayabilecek olanlara derdimi anlatmak için yazıyorum. 12 yaşımdan beri yazıyorum. Kimsenin okumadığı bir yere, günlüğüme.
Günlük demek bir deftere absürt yazılar yazıp içini dökmek demek değil sadece, sabretmeyi öğrenmek demek. Damarına basıldığı anlarda her şeye zarar veren öfkeni o anda kusmamayı öğrenmek demek.
Anlayabilene anlatacaksın lafı, o kadar. Herkesin okuyabileceği bir yere yazmak da bu demek: Anlayabilene anlatacaksın lafı.
O kadar!
O kadar!
Zırvalayan
büyük balık
0
muhalefet
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
Twitter'da Paylaş
Facebook'ta Paylaş
bahsi geçenler:
LuiniL begins.