5 Aralık 2011 Pazartesi

Uykum Olmasaydı Dünyaya Hükmederdim

bir şeyleri dengede tutamama gibi bir sorunum olduğu çok aşikar. normal insanların arada sırada yaptıkları şeyleri rutine bağlamak mesela: haftanın aynı günü aynı şeyi yapıp aynı insanlarla görüşmek, defalarca aynı filmi izlemek, bir dizinin aynı bölümünü hatta aynı sahnesini her gün izlemek, beğendiğim bir şarkıyı daha güzelini keşfedene kadar arka arkaya dinlemek, sürekli aynı şeyin hayalini kurmak...

bu ara takıldığım şarkı: Great Lake Swimmers - Your Rocky Spine deli gibi sürekli bunu dinliyorum. her seferinde de çok zevk alıyorum. canım her sıkıldığında ve ders çalışmak istemediğimde(her zaman) arizona dream izliyorum. tüm replikleri ezberledim diyebilirim. ve elbette big fish. big fishin ilk sahnesinde babanın anlattığı hikaye de ezberimde. salı günleri yaptığım 2 şey var. öğle aram 4 saat olduğu için yemekten sonra ya kütüphaneye gidip ders çalışıyorum ya da six feet under'ın 5. sezonunun 10. bölümünü izleyip ağlıyorum, sonra da son bölümün son sahnesini izleyerek içimi iyice boşaltıyorum ve derse öyle gidiyorum. bir haftamı kısaca özetleyerek olursak:

pazartesi: öğle aramda yağız ve şenaylayım. yemeği birlikte yiyip derse gidiyoruz. sonra da ben yurda geliyorum.
salı: öğle arasında yurtta ağlıyorum. sonra derse gidiyorum. bilgisayar dersim, uçak uzay fakültesinde. çağanın da aynı saatlerde bizim karşı sınıfta dersi var. dersten birlikte çıkıyoruz ve "geleneksel" salı akşam yemeğimizi yiyoruz. sonra da ben yurda geliyorum.
çarşamba: öğle aramda yine yağız ve şenaylayım. 12.30a kadar yemek yiyoruz sonra ben ieee lab'a gidiyorum. başlangıç projelerimiz üzerine çalışıyoruz ve ben sonra yine derse gidiyorum. ( yine öğle aram 4 saat boş olduğu için bu şekilde değerlendiriyorum)
perşembe: ahh, kara perşembe. ahh, ölüm günlerim. çok lanet bir ders bu ing102. sabahları kendime acıyarak uyanıyorum, her zaman uyandığımdan daha erken. dersim maçkada olduğu için kampüsün dışına çıkmak zorunda olduğum tek gün. lanet... burda dersim bittikten sonra gümüşsuyuna geçiyorum, öğle yemeğimi orda yiyorum. çünkü yağız orada. neden taşkışlada buluşmuyoruz? çünkü ben yürümeyi seviyorum, yağız sevmiyor. maçka parkını da yürüyerek geçiyorum maçkadan gümüşsuyuna yürüyerek gidiyorum, yol çok güzel. yemeğimizi yedikten sonra birlikte maslak'a dönüyoruz yağızla. dersimiz lineer cebir. hiç sevmiyorum onu da. burada rutinimiz ikiye ayrılıyor: ya derse girip boş boş dinliyorum ya da yerime imza atacak birini bulup avmye gidip batak oynuyorum. ha bu arada, diğer günlerdeki rutinlere yazmadım ama batak da benim bir rutinim. ben de çoğunluktaki itülü mühendis adayı gibi çantamda bir deste iskambille dolaşıyorum, öğle aralarında batak döndürüyorum,canımın sıkıldığı derslerde fal açıyorum.cuma günü benim ödev teslim günüm,rutin olarak. onun için kapıya sıkışmış bir yumurtayla perşembe günleri fizik ödevlerimi yapıyorum.
cuma: çarşambadan sonra en sevdiğim gün, dersin sonunda hoca acaba bu sefer soruları çözmeye beni kaldıracak mı kısa atraksiyonundan sonra başka bir şey yok. bir kıyak yapıp öğleden sonrama ders koymamışlar. haftasonu için de ya eve gidiyorum(çoğunlukla) ya da yurttan çıkmadan geçiyorum hafta sonumu.

amanın rutin olarak yazacak bir cumartesi pazarım bile yok.

benden beklentileri olan insanlar olmasaydı okumazdım da ben. çoğunlukla aynı şeyi düşünüyorum: beni içinde kocaman ve dolu buz dolabı olan bir banyoya koysalar hayatımın tamamını sıkılmadan orada geçirebilirdim.
bir şeyleri hayal ettiğin zaman, gerçekmiş gibi ondan zevk alabilmek çok kötü, çünkü olması için çalışmıyorsun. mesela hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünüp bir yerde yalnız oturduğum zaman yanımda birinin olduğunu düşünüyorum ve onunla konuşuyorum ve gerçekten yanımda biri varmış da onunla konuşuyormuşum gibi hissediyorum. (nedense bunu yazarken aklıma vizonteledeki "peki zeki müren de bizi görecek mi?" repliği geldi) dolayısıyla yanımda birinin olmasına da gerek yok. hayalimde yaptığım şeyleri gerçekte yapmayı deneseydim, şimdi elimde tutuğum başarısızlıklardan daha fazla olurdu elimde, başarının da daha fazlası olurdu doğal olarak.

ama zaten ben ne zaman bir şeyler için hayalini çizmekten daha ötesini yapmaya kalksam uykum gelir, hiç karşı koyamadığım. gözlerim yanmaya başlar. hayatımda bir rutine bağlayamadığım ne varsa o an yok olup gider.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

High Hopes

hiçbir şeyim olmasın ama hayallerim olsun, vallahi. tabi karnı tok sırtı pek olan insana söylemesi kolay bir şey, millet açlıktan ölüyor. tamam yiyecek ekmeğim olsun giyeceğim de olsun güzel güzel, ama hayallerim de olsun. yoksa tadına vara vara yaşayamıyorum hayatı.

son zamanlar yaptığım şeyler, istisnasız her gün: uyumak, film izlemek, dondurma yemek, hayal kurmak. en son evden ne zaman çıktım hatırlıyorum ama yine de normal bir insana göre eve tıkılıp kalalı uzun bir zaman olmuş. bu duruma rağmen hiç de canım sıkılmıyor iyi mi? niyeee, çünkü benim hayallerim var. büyük umutlarım var.

bundan önceki sene değil bir önceki sene ders çalışırken de hayallerim vardı mesela, hangi üniversiteye hangi şehre gideceğim, ne okuyacağım, kimlerle tanışacağım ohoo neler neler. kafamda ne öyküler ne romanlar ne senaryolar yazardım, ne kısa filmler çekerdim. ama gidip de görünce ee, sonra? diyor insan. kısa vadeli hayallermiş bunlar da. tamam çok heyecanlı oluyor gerçekleşmeden önce de, sonra boşluğa düşüyorsun.

neyse, atlattık. yine kısa vadeli bir hayal kuruyorum. zaten uzun yaşayacağımız ne malum arkadaşım.
kafaya koydum, work and travel'a gideceğim. çevremden aldığım tüm olumsuz tepkilere rağmen. yok work'ten travel'a zaman kalmıyor yok bir sürü problem çıkıyor vıttırı zıttırı... çıkarsa çıksın hacım, öldük mü yani. e zaten hepimiz ölecez ne yapalım ölelim mi..?!
dün konuyu babama açtım:
baba, dedim. ben work and travel'a gidicem dedim. her şeyi hallettin bir o kaldı zaten, dedi.
-ama eğitim şart baba. eğitim hakkımı engelleyemezsin.
-uff şeyma gidersen git ben 5 kuruş vermem.
-mevzu paraysa, ben girer bir işe çalışırım paramı da kazanır biriktiririm. amerikaya da work'e değil travel'a giderim.
-her yer de seni bekliyordu, şeyma gelse de işe alsak bir de dolar üzerinden maaş versek ona zahmet olmasın diye.
-öyle deme baba, benim büyük hayallerim var.
-hayalleri olanlar asla uyumazlarmış, sen günün yirmi saatini uyuyarak geçiriyorsun. (onun için mi canım sıkılmıyor yoksa evde oturmaktan la?)
-ben hayallerime rüyalarımla yön veriyorum, ondan.
ve kardeşim araya girer:
-senin hayalin uçak mühendisiyle evlenmek değil miydi ya?
-o da var, ama sonra.
-haa...

en sona sakladığım hayalim o benim, evlilik yaşım geldiğinde de kafaya taktığım şey bu olacak google'dan uçak mühendisleri bulacağım falan. nasip kısmet bu işler, olur veya olmaz. ama sonunda hiçbirimizin kuracak bir hayali kalmayacak ve bu şarkıyı dinleyeceğiz:


Pink Floyd candır tabii ki, değişiklik yapalım bir Nightwish yorumu koyalım dedik. Ben çok beğendim, en azından serdar ortaçın another brick in the wall'a yaptığını yapmamışlar. böyle de diyince kötünün iyisi demiş gibi oldum amma lakin ki öyle değildir Nightwish de çokzeldir.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Bamya

geçen gün arkadaşlarla bodrumdayız, dedim bu akşam hiç havamda değilim ben odamda kalacağım siz çıkın. geçen akşam beachte taş gibi oğlanlar geldi yanımıza hafif bir müzik eşliğinde seksi seksi danslar falan.. bu geceyi daha sessiz geçirmek istiyorum dedim.

şaka şaka..

evin aynı köşesinde ben, yatağımdaki her zamanki yerimi almış bilgisayarımı da en çok yakıştığı yere dizlerimin üzerine koymuş tutturmuş bir film, izliyordum. filmin o en heyecanlı yerinde olmasa da ortalarında bir yerlerde birden anneannem belirdi karşımda, soluk soluğa. yangın mı çıktı, doğalgaz mı patladı, acı acı telefon çaldı da kara haber tez mi duyuldu, eve hırsız girdi de ben mi farketmedim, yoksa bilgisayarımı da aldı da ben filmi kafamdan mı oynatıp izliyorum, acaba şu an buradaki eşyalar gerçekten var mı, ben gerçekten yaşıyor muyum, biz gerçekten var mıyız? falan diye düşünürken kendime geldim: ulan düşünüyorum, e o halde varım.

meğer tansiyonu düşmüş, astımı da var mutfaktan buraya ağır ağır yürürken bile nefes nefese kalmış:
-kalk şu bamyaları ayıkla, ben yapamıycam fena oldum.
-ben anlamam, annem nerde? o yapsın.
-dışarıda annen, gel ben sana göstericem.
bu sıkıyorsa gelme kısa diyaloğunun artından mutfağa doğru yola koyulduk.
-bak, şöyle yapacaksın...

bamyanın tipine bakacak olursak, o küçük, tuhaf, tüylü müylü haline göre oldukça meşakkatli bir iş ayıklamak. ilk kim görmüş de pişirip yemeğe kalkmış anlamadım gitti. hayır, bir kere dokunduktan sonra, bamyanın elinde bıraktığı histen sonra yemeğe nasıl cesaret ettin? insanoğlu tuhaf doğrusu. her neyse, bamyanın nasıl ayıkladığına gelecek olursak: sağ elimizi kullanıyorsak sol elimizle, sol elimizi kullanıyorsak sağ elimizle zemine dik kendimize paralel olarak (yamuksanız bilemem) tuttuğumuz bamyayı, sağ elimizi kullanıyorsak sağ elimizdeki bıçağı 150 derecelik bir açıyla, sol elimizi kullanıyorsak sol elimizdeki bıçağı 30 derecelik bir açıyla yavaşça bamyamıza yaklaştırıyoruz ve bıçağın keskin tarafını bıçağı bamyanın üzerinden kaldırmadan kendimize doğru hafifçe çeviriyoruz. bu sayede kesme işlemine başladığımız zaman bamyanın sapından kurtulmakla kalmayıp, sapın devamı olan kabuğunu da ince bir zar olarak ayıklamış olacağız ve bize yiyecek daha çok bamya kalacak. çöpe gitmesin, günah. evet, şimdi hazırsak bamyamızın gövdesi ve sapını birleştiren o çember etrafında bıçağımızı yavaşça döndürebiliriz. güzeeel, aferin oluyor oluyor.

böylece, ben de dahil olmak üzere çoğu insanın ömrü hayatında ağzına sürmediği bamyanın nasıl yapıldığını öğrenmiş olduk. belki bir gün severiz falan...

-ilerde hatırlarsın ilk defa anneannemle bamya ayıklamıştım diye.
-bunu bana hatırlatacak ikinci bir bamya ayıklayışım olacağını sanmıyorum anneanne.
-..??!!

madem bu kadar boş yazdım okuduğunuza değsin diye bamya demişken aklıma geldi... ile yazımı bir videoya bağlıyorum:


hepiniz blog yazın, çünkü artık bloglar açık. ya da yazmayın susun ben yazıcam! ve F=m.a

16 Ağustos 2011 Salı

Waiting for the Miracle

farkında olmasak da hayatımızı bir mucize beklerken geçiriyoruz. ahh seni buldum desek de uzun sürmüyor. insanoğlunun gözü aç işte, doyumsuz. hevesi kaçtı mı unutuyor önceleri istediği şeyin o olduğunu. "erkek milleti işte..." gibi klişeleşmiş bir şey bu da " elde edene kadar işte..."

önce bi araba görürsün çok beğenirsin çok çalışırsın arabayı alırsın ilgi çekersin çok geçmeden hevesin kaçar.
bi araba görürsün çok beğenirsin gece rüyanda görürsün kredi çekersin arabayı alırsın ilgi çekersin çok geçmeden hevesin kaçar.


öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, her şeye aşinayız. tüm acılara, tüm sevinçlere, herhangi bir eşyaya, insana.. tüm duygulara tüm nesnelere aşinayız. hepsini televizyonlarımızdan izliyoruz, bilgisayarlarımızdan izliyoruz, okuyoruz, öğreniyoruz. her şeye aşina olup, her şeyi sıradanlaştırıyoruz. sürekli bir arayış içerisindeyiz doğal olarak. aşina olduğumuz her şeyin dışında kalan en ufak bir şeyin büyük arayışı..

dinsel kayıtlar ve şiir sanatının günümüze ulaşan anıtlarından da açıkça görülüyor ki, çoğu zaman ve çoğu yerde insanoğlu içgörüye nesnel varlıklardan daha fazla önem atfetmiştir, gözleri kapalıyken gördüklerinin ruhsal açıdan gözleri açıkken gördüklerinden daha çok önemli olduğunu hissetmiştir. neden? çünkü aşinalık küçük görmeyi doğurur ve hayatta kalma görevinin aciliyeti kronik can sıkıntısından anlık acıya kadar uzanan bir yelpazedir. dış dünya, hayatımızın her sabah uyandığımız, istesek de istemesek de hayatımız kurmaya çalıştığımız yerdir. iç dünyada ne çalışma ne de tek düzelik vardır. oraya sadece rüyalarda ve derin düşüncelerde gideriz ve orası öyle tuhaftır ki birbirini takip eden iki olayda asla aynı dünyayı bulamayız der Aldous Huxley mükemmel kitabı Algı Kapıları'nda.

sıradanlaşmaktan kurtulmak için tek yol ölümmüş gibi gözüktü şu yazdıklarımı okuyunca ama o kadar karamsar olmayacağım. aşina olduğumuzun dışında bir aşk ve bir film ve müzikleri: evet evet, Natural Born Killers bahsettiğim film. Bence yeterince kıymeti bilinmeyen filmlerden.

Mickey ve Mallory Knox'un algılarındaki 'normal insanlardan farklılık' çok güzel gösterilmiş filmde, somut olarak. görüntünün kırmızılaşması ya da siyah beyaz oluşu ya da başka bol cinayetli bir filmde normalde bulunmayacak soyut görüntüler... ve tabii ki Leonard Cohen'in muhteşem sesi.



sizce de şarkı bu film için yapılmış gibi değil mi?



14 Ağustos 2011 Pazar

Her Kafaya Lazım "spotless mind"


Artık ayağa düşmüş ama güzel filmlerimizden biri, özellikle ergen kızların 'ayyyy en sevdiği fiiiilm<3' olan 2004 yapımı Eternal Sunshine of the Spotless Mind, bugün bana bazı şeylerden kurtulmak için gerçekten olayı tamamen kafandan sildirmen gerektiğini düşündürdü.
tamamen farklı bir olaya yönelmiştim ki birden eski defterler açıldı. hayır, artık o saçma salak acıları çekmiyorum ama böyle yırtık dondan fırlar gibi aklıma da düşünce acaba o eski defteri hiç mi kapatamadım hep kafamın bir köşesinde onu mu düşünüyorum diye düşünmeden edemiyorum. canını yakan bir durum olmadan da rahatsız edici düşünceler. insan tamamen kurtulmak istiyor. aklına gelince ooff yine mi o anlar geldi aklıma demek yerine aaa sahi öyle bir şey de yaşamıştık değil mi demek istiyor. belki çok daha fazla zaman lazım, belki de daha büyük acılar lazım ama en güzel bir eternal sunshine of the spotless mind lazım. 
teknoloji de işimizi zorlaştırıyor anacım, eskiden olsa yırt at mektuplarını taşın istanbula olsun bitsin. şimdi yok maillerini sil, yok messenger ileti geçmişini sil, yok twitterda çıkar karşına, yok açıp blogunu okursun acaba benim hakkımda bir şey yazmış mı, ohooo.

ben, kendi kendimin mail kurbanı oldum. kendi yazdığım bir maili bulup, off ya her yerden de çıkmayın triplerine girdim ne güzel star warsımı izlerken.
hiç tanımadığım birine, sadece kısacık bir sorudan sonra olayı bayağılaştırmak için yaptığım uzun bir açıklama. anlattıkça sıradanlaşıyor, komikleşiyor, küçülüyor benim için. mesela artık canımı acıtmıyor, içimi burkmuyor, beni üzmüyor. demek ki anlatmak işe yarıyor. o zaman işi bir dere daha büyütelim:

"Merhaba sevgili okur!
Bugünkü balığım sensin ve ismimin Şeyma olması dışında hiçbir şey bilmiyorsun hakkımda. Olsun, ben de senin hakkında bir şey bilmiyorum. Sorun değil, daha önce de adını bile bilmediğim kişilere neler neler anlattım.

Garip değil bu aslında, benim kendimi ifade ediş yöntemim bu sadece. ben toplumun içine hemen karışabilen ortam yapabilen biri değilim. önce gözlemlerim, analiz yaparım, kiminle yakın olup kimden uzak durmam gerektiğini öğrenirim. kısacası insanları seçerim. önceden böyle değildim. yazmak yerine konuşarak da ifade ederdim kendimi. ama kabuğuma çekilip kendimi keşfe çıkınca yazmayı daha çok sevdiğimi fark ettim.
dünyanın en mükemmel icadı bence yazı, sonra da mikrodalga fırın. kalem kağıtsız bir hayat düşünemiyorum ben. yazdıklarım sadece blog ve mail değil yani.

big fish diye bir film var, bilir misin? sürekli abartılı hikayeler anlatan adamı? ona benzettim şimdi kendimi. heep hikayeler hikayeler..
yakalamak için çok değerli şeyler feda ettiğim büyük bir balık vardı benim de hayatımda. vardı. öyleydi, büyüktü. ben öyle sanıyordum, küçükken. meğer delinin tekiymiş:)

onunla olmazsam kendini öldüreceğini söylerdi hep. sürekli karşımda ağlardı, sinir krizleri geçirirdi, bayılırdı. ben olmaz dedikçe arkadaşlarım da bana cephe alırdı. "bir sefer denesen ne olacak"
beni kendine bağlamak için yapmadığı şey kalmadı. akıl alacak şeyler değil. bana olan ilgilisini abarttıktan sonra çevremde konuşulan tek şey o olmuştu. öğrendim ki benden önce bir sevgili varmış. onun da ismi şeymaymış. ve ölmüş. ondan sonra kimseyle birlikte olmamış, aşkı yeniden bende bulmuş (peeeh!)
ona aşık olmaktan başka bir şans vermemişti bana. sonra bir şans verdim, mecburen. aşkım her geçen gün artarken benden uzaklaştığını hissediyordum. sanıyorum ki benden önceki şeymayı hala unutamadı. geceleri ağlardım, günün bütün sesleri uykuya yattıktan sonra: eğer bir şeymanın ölmesi gerektiyse, keşke ben olsaydım. onun yerine ben ölseydim de onlar şimdi mutlu olsaydı.
aşkım, anlayışım, şefkatim.. hiç biri yetmedi onu bende tutmaya. beni aldattı, küçük düşürdü, sonra terk etti. 4 sene sürdü tüm bu saçmalıklar. benden ayrıldıktan sonra bile defalarca söyledim onu sevdiğimi. utanıyorum kendimden.
sonra ben de tükendim. bıraktım. söylediği yalanları fark ettikçe de nefret etmeye başladım.
geçmişte yaşıyordum ben. olanlar tek tek geçiyordu gözümün önünden. gözlerimde aşkın kalın perdesi olmadan bakıyordum bu sefer. ahhh ne salağım. nasıl yedim ben bunları.
o zamanlar bana onu neden seviyorsun diye sorulduğunda verebileceğim cevapların hepsi yalanmış meğer.

ben kendimi çektikçe o geldi bu sefer. yine döndük 4 sene öncisine. ağlıyorumlar, ölüyorumlar yine başladı. o hala aynıydı, ama ben değil.
en sonunda bana her şeyi itiraf ettiği bir mail yazmış. şeyma diye biri yokmuş benden önce. ölen sevgili yok, unutamadığı kimse yok... sadece buna dayanamayacağımı bildiği için yaymış böyle bir şeyi. düşünebiliyor musun? ben ona aşık olduğum süre boyunca bir yalanın yerine ölmeyi istiyormuşum.

o hala aynıydı, ama ben değilim artık. mailine karşılık ben de bunu yazdım:

"böyle bir mail bekliyordum bu yakınlarda zaten. geçen akşam rüyamda seni gördüm. bir suç işlemişim, kaçıyorum birilerinden. tam şüpheli bir tipim var. ama tam yakalanacağım sırada yanımda bir adam beliriyor ve onun peşinden gidiyorlar. sonra seninle karşılaşıyoruz. başlıyorsun anlatmaya. bak ben seni çok seviyorum, hep sevdim vs.. bir kaç kağıt gösteriyorsun. hepsinde benim ismim yazıyor. hep seni düşünüyorum diyorsun. alıyorum elime kağıtları, arkasını çeviriyorum. bir sürü kız ismi:) güzel düşünüyorsun diyorum ve geri veriyorum kağıtları sana.
bir şeyler anlatmaya devam ediyorsun. ama dinlemiyorum. sen konuşurken nasıl olursa yorulur, uyur birazdan diyorum ve bekliyorum. sonunda uyuyakalıyorsun yanımda. ben de ohh diyip kalkıyorum yanından. başka bir odaya geçiyorum ve en rahat yatağı seçiyorum kendime. sonra birden ışık açılıyor ve yanıma daha önce hiç görmediğim biri geliyor. uzanıyor yanıma ve birlikte uyuyoruz.
yani, nefret falan yok. nefret etmiyorum senden. hayatımı berbat etmedin rahat ol. pişman değilim ben, çok şey öğrendim.
seni sürekli reddetme, inkar etme durumunu da aştım. artık sadece idare ederim, uyuyana kadar :)
üzgünüm, bazı şeylerde 2. bir şansın olmaz."
ayrılığımızın üzerinden de 3 yıl geçti. ben bir daha hiç aşık olamadım. onu bırak, güvenemedim bile kimseye.
insanların yapabilecekleri şeylerden çok korkuyorum, yalnızlığıma daha çok yaklaşıyorum, yalnızlığımı daha çok seviyorum.
bu olaylardan önceki benle, sonraki ben arasında dünyalar kadar fark var. güzel olan da bu, değil mi?
acılar bizi biz yapan tek şey sanırım. sence?
"



her şeyi atlatıp yeniden mutlu olabilmek, çok mutlu olabilmek, hiçbir şey olmamış gibi mutlu olabilmek güzel şey. hoş, ne olmuş ki? insanlar ne acılar çekiyor yahu... yine de bir eternal sunshine of the spotless mind fena olmazdı değil mi?



şarkımız da: Beck - Everybody's gotta learn sometimes