15 Nisan 2012 Pazar

İçimdeki Yangın

come on, come on.. you think you drive me crazy
come on, come on...


Thom Yorke ve içimi dağlayan sesi.

geçenlerde aklıma ergenlik dönemlerimde okuduğum bir şey geldi:


"Hep zoru seçtin kendin de böyleydin,
Farklıydın hep farkı yarattın.
Anlatacak çok şeyin vardı,
Sözcüklerin hayata bağlanışındaydı,
Gerçeküstüydü sevdiklerin,
Filmlerin vardı kendine ait, benim dediklerin,
Kimsenin dokunamadığı sınırların vardı;
Aşıldığı anda kükrediğin.
İsteklerin vardı bazen bir lira etmeyen,
İsteklerin vardı bazen bin liraya elde edilemeyen."

bir sefer okuyunca hemen ezberlemişim, kimin yazdığını nerede bulup nerede okuduğumu bilmiyorum. normalde de böyle şeyleri sevmem. ergenlik triplerinde hissettiriyor bana kendimi. ama bu, ama bu...
aklıma geldiği zaman, sanki benim için yazılmış gibi hissedip bir ego patlaması yaşıyorum. orada anlatıldığı gibi, filmlerin yanı sıra bunu da benimsiyorum.

uzun zamandır buraya dökmek istediğim bir şey var. "benim" dediğim filmlerin, "benim" dediğim şarkılarla buluşması gibi bir şey.

bazı şarkılar bazı filmlere o kadar çok yaşıyor ki.
daha önce bu seriye başlama çalışması adı altında Leonard Cohen'den Waiting For The Miracle ile Natural Born Killers'ı yazmıştım. çok basit kalmış o en sevdiğim 3. şarkı ve en sevdiğim 4. filme göre. tekrar gündeme getireceğim.

ve gelelim Incendies'e.
Old Boy izleyenler için dil yutturacak bir film değil, fakat ondan çok daha duygusal. Old Boy'da şaşkınlıktan apışıp kalıyorsunuz ama bunda insan ister istemez zırıl zırıl ağlıyor. Bir de işin içine Thom Yorke girince, aman yarabbim!



blogger'ın video ekleme zımbırtısını hiç sevmediğimi belirtmeden geçemeyeceğim maalesef. her neyse..

filmin bu sahnesi kazındı beynime. ara ara aklıma geliyor, döngüye alıyorum bunu defalarca izliyorum arka arkaya. çocuklara zaten dayanamam, bu yavrucakların duruşu ve saçı kesilenin bakışları gözümün önünden gitmiyor uzunca bir süre. ah, ahh..

filmin IMDb linkine buradan ulaşabilirsiniz efendim.
bir başka film'im'de görüşmek üzere,
hoşça kalın, dostça kalın.


4 Nisan 2012 Çarşamba

Çelişki / İçimdeki Gürültü

"Sana tuz yalatsam; sabaha kadar tuz yerine su'yu düşünürsün. İşte çelişki burada gibi görünse de nesnel hareketin kanıtıdır bu. Bir durumla uyarılan her durum bir başka durumu işaret edecektir. Beni sevdiğini söyledikçe sen, ben bir diğerini sevdiğimi hatırlayacağım. Buna ihanet diyemezsin."


anlatacağımla alakalı bir şey olduğu için değil sadece içinde çelişki kelimesi geçtiği için başlığı yazarken aklıma geldi. hayat çok garip, beyin çok acayip. çağrışımlar çok enteresan, futbol da öyle.


kredi kartı çıkartmamla birlikte ne kadar arayıp da bulamadığım kitap var hepsine internetten abandım. bunlardan biri de "Yıldız Güncesi." kitap henüz elimde ulaşmadı, içeriğiyle de ilgili şeyleri çok önce okumuştum ama, bu kitabın bana çağrıştırdığı bir yazı var: kader yarım saniye  önde. yazıda bu kitaptan bahsediliyordu ve ben bu kitabı onun için çok merak ediyorum. sadece başlığını hatırlıyorum gerisini kendi kafamdan sıkıcam. yazıya göre -kim yazmış ne zaman yazmış niye yazmış hiçbir fikrim yok, böyle bir yazı gerçekten var mı ondan da emin değilim rüya da görmüş olabilirim- bir şeyi hissetmemizle hissettiğimizin farkına varmamız arasında yarım saniye var. mesela korktuğumuzda olan şey şu: önce hormon salgılıyoruz, sonra korkuyu hissediyoruz. ilk okuyuşta normal geliyor ben de yazarken kendimle çeliştim ama öyle değil aslında. yani en azından bana göre öyle değil. şöyle açıklayayım: bu yazıya göre, korktuğumuzu hissettiğimiz için kalp atışlarımız hızlanmıyor, kalp atışlarımız hızlanınca korktuğumuzu hissediyoruz. korktuğumuzu daha önce hissedemiyorsak kalp atışlarımız neden hızlanıyor?  


aslında bu yazının aklıma gelmesinin nedeni tam olarak bu yazı değil.
aslında her şey;


her şey baharla başladı...
Lanet olası alerjik bünyem kütüphane yollarında beni hüzne boğdu.


böööh, ders çalımak için de ne güzel bir gün seçmişim, sevgilim olsaydı da şimdi el ele tutuşarak ders çalışsaydık sularındaki düşüncelerim gözlerimin yaşarmasıyla birlikte, sakın akma rimelim akar, sakın! şeklinde bir paniğe dönüştü. sonra da burnum akmaya başladı. dışarıdan biri görse; salya sümük ağlıyorum.


salya sümük ağlıyorum...


böyle düşününce birden hüzünlendim. gereksiz saçma bir üzüntü kapladı içimi nedenini bilmediğim. sanki gözyaşlarım gerçekten ağladığım için akıyordu, sanki burnumu gerçekten ağladığım için çekiyordum. adeta bana beynimin bir oyunuydu bu, bedenimdeki saçma reaksiyonlara göre hislerim değişiyordu. yani bir şey hissettiğim için vücudum ona göre tepki  vermiyordu da, bedenimdeki saçmalıklara göre hissediyordum.


ve neden böyle olduğunu anlayamıyorum. gerçekten böyle bir şey var mı onu da bilemiyorum. 


içerisi kalabalıklaşıyor ve her kafadan farklı bir ses çıkıyor. mantığımın ve hislerimin sesleri arasında kayboluyorum. mantığım ve hislerim arasında anlaşmayı bırak, hangisi onların gerçek sesleri onları bile ayırt edemiyorum.
tavuk gibi erkenden yatan ben, bu saat olmuş yarın da erken kalkacağım halde içimdeki gürültüden uyuyamıyorum.



16 Şubat 2012 Perşembe

Overcapacity

vicdanım rahat, kafam ne halde bilmiyorum.

liselerle birlikte, bahar yarıyılının ikinci haftasındayız. diğer üniversitelerden arkadaşlarım daha tatilden yeni dönerken ben iki haftadır sabahın köründe kalkıp derse gidiyorum. kimse de ilk dersini tanışma dersi olarak ayırmamış. tam gaz gidiyoruz. az önce ilk ödevimi yaptım (soruları yanlış okuduğum için yanlış yaptım.) 2. quizime hazırlanmaya çalıştım, ingilizce dersim için yarına kadar okumam gereken hikayeyi okuyacakken...
çok yorulmuşum ya.

fark ettim ki, birini ne kadar seversen sev onunla geçirdiğin zaman arttıkça ona olan tahammülünün sınırları da daralıyor; ya da o senin tahammül sınırlarına dayanıyor. demişlerdi ki, modern insanın en büyük sorunu acelesi. o kadar meşgul ki beş dakikasını ayırıp tavanı izleyemiyor.halbuki bunu yapabilse, o kadar çok şey iyi olacak ki... tamam, böyle dememişler de olabilir. kafamda alıntıymış gibi canlandılar.

kendimi en dinç hissettiğim, zihnimin en verimli olduğu zamanları hatırlıyorum (uzunca bir dönemdi) tamamen yalnızdım. kesinlikle bana en iyi gelen şey yatağımda tavanı izlemek saatlerce. kulağa çok boş gelse de şu an yaptığım her şeyi o zamanki düşüncelerimle , hislerimle yapıyorum -ki yoğunluktan öleceğim demek ki boş değilmiş- ayrıca bkz: aman ne hismiş ne düşünceymiş.  ve işin asıl kötü tarafı, artık bunu gerçekleştirebileceğim zamanım da, yatağım da, tavanım da yok. bu işin sonu kendim olmaktan çıkmaya kadar gelir mi?

yazıya başlamadan önce , taşmak üzere hissettim kendimi. öyle öfkeyle, nefretle ya da diğer yoğun duygularla değil, tamamen hissiz. tam kararında dolmuş beynim daha fazlasını kesinlikle alamaz. eğer şu an bir şeyler hissetseydim, biraz çalkantıda olsaydım kesin taşardım. ama durgunum, taşamıyorum... yalnız bir damlayı daha kaldıramam.

yarın gördüklerime "günaydın,selam,merhaba" yerine "sakın bana bir şeyler anlatma, her ne hakkında olursa olsun" diyeceğim. onları kendi sularımda boğmamak için.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Uykum Olmasaydı Dünyaya Hükmederdim

bir şeyleri dengede tutamama gibi bir sorunum olduğu çok aşikar. normal insanların arada sırada yaptıkları şeyleri rutine bağlamak mesela: haftanın aynı günü aynı şeyi yapıp aynı insanlarla görüşmek, defalarca aynı filmi izlemek, bir dizinin aynı bölümünü hatta aynı sahnesini her gün izlemek, beğendiğim bir şarkıyı daha güzelini keşfedene kadar arka arkaya dinlemek, sürekli aynı şeyin hayalini kurmak...

bu ara takıldığım şarkı: Great Lake Swimmers - Your Rocky Spine deli gibi sürekli bunu dinliyorum. her seferinde de çok zevk alıyorum. canım her sıkıldığında ve ders çalışmak istemediğimde(her zaman) arizona dream izliyorum. tüm replikleri ezberledim diyebilirim. ve elbette big fish. big fishin ilk sahnesinde babanın anlattığı hikaye de ezberimde. salı günleri yaptığım 2 şey var. öğle aram 4 saat olduğu için yemekten sonra ya kütüphaneye gidip ders çalışıyorum ya da six feet under'ın 5. sezonunun 10. bölümünü izleyip ağlıyorum, sonra da son bölümün son sahnesini izleyerek içimi iyice boşaltıyorum ve derse öyle gidiyorum. bir haftamı kısaca özetleyerek olursak:

pazartesi: öğle aramda yağız ve şenaylayım. yemeği birlikte yiyip derse gidiyoruz. sonra da ben yurda geliyorum.
salı: öğle arasında yurtta ağlıyorum. sonra derse gidiyorum. bilgisayar dersim, uçak uzay fakültesinde. çağanın da aynı saatlerde bizim karşı sınıfta dersi var. dersten birlikte çıkıyoruz ve "geleneksel" salı akşam yemeğimizi yiyoruz. sonra da ben yurda geliyorum.
çarşamba: öğle aramda yine yağız ve şenaylayım. 12.30a kadar yemek yiyoruz sonra ben ieee lab'a gidiyorum. başlangıç projelerimiz üzerine çalışıyoruz ve ben sonra yine derse gidiyorum. ( yine öğle aram 4 saat boş olduğu için bu şekilde değerlendiriyorum)
perşembe: ahh, kara perşembe. ahh, ölüm günlerim. çok lanet bir ders bu ing102. sabahları kendime acıyarak uyanıyorum, her zaman uyandığımdan daha erken. dersim maçkada olduğu için kampüsün dışına çıkmak zorunda olduğum tek gün. lanet... burda dersim bittikten sonra gümüşsuyuna geçiyorum, öğle yemeğimi orda yiyorum. çünkü yağız orada. neden taşkışlada buluşmuyoruz? çünkü ben yürümeyi seviyorum, yağız sevmiyor. maçka parkını da yürüyerek geçiyorum maçkadan gümüşsuyuna yürüyerek gidiyorum, yol çok güzel. yemeğimizi yedikten sonra birlikte maslak'a dönüyoruz yağızla. dersimiz lineer cebir. hiç sevmiyorum onu da. burada rutinimiz ikiye ayrılıyor: ya derse girip boş boş dinliyorum ya da yerime imza atacak birini bulup avmye gidip batak oynuyorum. ha bu arada, diğer günlerdeki rutinlere yazmadım ama batak da benim bir rutinim. ben de çoğunluktaki itülü mühendis adayı gibi çantamda bir deste iskambille dolaşıyorum, öğle aralarında batak döndürüyorum,canımın sıkıldığı derslerde fal açıyorum.cuma günü benim ödev teslim günüm,rutin olarak. onun için kapıya sıkışmış bir yumurtayla perşembe günleri fizik ödevlerimi yapıyorum.
cuma: çarşambadan sonra en sevdiğim gün, dersin sonunda hoca acaba bu sefer soruları çözmeye beni kaldıracak mı kısa atraksiyonundan sonra başka bir şey yok. bir kıyak yapıp öğleden sonrama ders koymamışlar. haftasonu için de ya eve gidiyorum(çoğunlukla) ya da yurttan çıkmadan geçiyorum hafta sonumu.

amanın rutin olarak yazacak bir cumartesi pazarım bile yok.

benden beklentileri olan insanlar olmasaydı okumazdım da ben. çoğunlukla aynı şeyi düşünüyorum: beni içinde kocaman ve dolu buz dolabı olan bir banyoya koysalar hayatımın tamamını sıkılmadan orada geçirebilirdim.
bir şeyleri hayal ettiğin zaman, gerçekmiş gibi ondan zevk alabilmek çok kötü, çünkü olması için çalışmıyorsun. mesela hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünüp bir yerde yalnız oturduğum zaman yanımda birinin olduğunu düşünüyorum ve onunla konuşuyorum ve gerçekten yanımda biri varmış da onunla konuşuyormuşum gibi hissediyorum. (nedense bunu yazarken aklıma vizonteledeki "peki zeki müren de bizi görecek mi?" repliği geldi) dolayısıyla yanımda birinin olmasına da gerek yok. hayalimde yaptığım şeyleri gerçekte yapmayı deneseydim, şimdi elimde tutuğum başarısızlıklardan daha fazla olurdu elimde, başarının da daha fazlası olurdu doğal olarak.

ama zaten ben ne zaman bir şeyler için hayalini çizmekten daha ötesini yapmaya kalksam uykum gelir, hiç karşı koyamadığım. gözlerim yanmaya başlar. hayatımda bir rutine bağlayamadığım ne varsa o an yok olup gider.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

High Hopes

hiçbir şeyim olmasın ama hayallerim olsun, vallahi. tabi karnı tok sırtı pek olan insana söylemesi kolay bir şey, millet açlıktan ölüyor. tamam yiyecek ekmeğim olsun giyeceğim de olsun güzel güzel, ama hayallerim de olsun. yoksa tadına vara vara yaşayamıyorum hayatı.

son zamanlar yaptığım şeyler, istisnasız her gün: uyumak, film izlemek, dondurma yemek, hayal kurmak. en son evden ne zaman çıktım hatırlıyorum ama yine de normal bir insana göre eve tıkılıp kalalı uzun bir zaman olmuş. bu duruma rağmen hiç de canım sıkılmıyor iyi mi? niyeee, çünkü benim hayallerim var. büyük umutlarım var.

bundan önceki sene değil bir önceki sene ders çalışırken de hayallerim vardı mesela, hangi üniversiteye hangi şehre gideceğim, ne okuyacağım, kimlerle tanışacağım ohoo neler neler. kafamda ne öyküler ne romanlar ne senaryolar yazardım, ne kısa filmler çekerdim. ama gidip de görünce ee, sonra? diyor insan. kısa vadeli hayallermiş bunlar da. tamam çok heyecanlı oluyor gerçekleşmeden önce de, sonra boşluğa düşüyorsun.

neyse, atlattık. yine kısa vadeli bir hayal kuruyorum. zaten uzun yaşayacağımız ne malum arkadaşım.
kafaya koydum, work and travel'a gideceğim. çevremden aldığım tüm olumsuz tepkilere rağmen. yok work'ten travel'a zaman kalmıyor yok bir sürü problem çıkıyor vıttırı zıttırı... çıkarsa çıksın hacım, öldük mü yani. e zaten hepimiz ölecez ne yapalım ölelim mi..?!
dün konuyu babama açtım:
baba, dedim. ben work and travel'a gidicem dedim. her şeyi hallettin bir o kaldı zaten, dedi.
-ama eğitim şart baba. eğitim hakkımı engelleyemezsin.
-uff şeyma gidersen git ben 5 kuruş vermem.
-mevzu paraysa, ben girer bir işe çalışırım paramı da kazanır biriktiririm. amerikaya da work'e değil travel'a giderim.
-her yer de seni bekliyordu, şeyma gelse de işe alsak bir de dolar üzerinden maaş versek ona zahmet olmasın diye.
-öyle deme baba, benim büyük hayallerim var.
-hayalleri olanlar asla uyumazlarmış, sen günün yirmi saatini uyuyarak geçiriyorsun. (onun için mi canım sıkılmıyor yoksa evde oturmaktan la?)
-ben hayallerime rüyalarımla yön veriyorum, ondan.
ve kardeşim araya girer:
-senin hayalin uçak mühendisiyle evlenmek değil miydi ya?
-o da var, ama sonra.
-haa...

en sona sakladığım hayalim o benim, evlilik yaşım geldiğinde de kafaya taktığım şey bu olacak google'dan uçak mühendisleri bulacağım falan. nasip kısmet bu işler, olur veya olmaz. ama sonunda hiçbirimizin kuracak bir hayali kalmayacak ve bu şarkıyı dinleyeceğiz:


Pink Floyd candır tabii ki, değişiklik yapalım bir Nightwish yorumu koyalım dedik. Ben çok beğendim, en azından serdar ortaçın another brick in the wall'a yaptığını yapmamışlar. böyle de diyince kötünün iyisi demiş gibi oldum amma lakin ki öyle değildir Nightwish de çokzeldir.