30 Haziran 2010 Çarşamba

Hayatı Tırmanırken Atladığımız Basamaklar



Hayatı tırmanırken bazı basamakları atladığım oluyor
Ve hiçbir basamak affetmiyor bunu


Acaba hayatımıza birkaç gün olsa bile ilahi anlatıcının gözünden baksak nelerin farkında varabilirdik?
Piyonu olduğumuz oyunlar, arkamızdan çevrilen işler, dedikodular bir yana, eğer yaşantımıza yukarıdan baksaydık, basamaklarını atlayarak çıktığımız merdivenlerin yıkılmaya yüz tuttuğunu görebilir miydik? Atladığımız basamakların acısının yine bizden çıkacağının farkında olur muyduk yaşlanmadan ya da bilinen hayatımızın sonuna yaklaşmadan?

Ama biz hiçbir şeyi vaktinde ve rahatça yaşayamadığımızı fark ediyor, çok tıfıl sevinçler için bile ne büyük ve hacimli bedeller ödediğimizi hatırlıyor, görüyor, buruluyor, daha da hiçbir şey yapmak istemiyoruz.
...


Uzun zamandır bunu yazmak istiyorum fakat uygun kelimeler bir türlü gelmiyor kalemimin ucuna. Bu da biraz zorlama mı oldu ne. Yine de yazıyorum, çünkü bir şekilde ifade edemezsem, soğuyacak ve ben de daha sonra yazmak istemeyeceğim. Oysa bu içimde kalmamalı

...

Canın sağ olsun, gerisi önemli değil derler ya; birinin bize bunu sıkça hatırlatması gerekiyor. Çünkü bizler için yol çok engebeli, çok sisli artık. Kaşıktaki yağı dökmemek için gösterdiğimiz inanılmaz çaba çevremizde olan bitenden soyutluyor bizi, hayattan soyutluyor. E çevrendekilere bakmaya kalksan kaşıktaki yağı dökmek ne, ayakta duramazsın ayakta! O kadar berbat altyapısı, o kadar berbat yolları bu hayatın.

Benim de, son dönemdeki en büyük problemim, uğraşımdı LYS. Ders çalışmadığım zamanlar zihnimde tekrar yapıyordum, hatırlıyor muyum diye. Kitap okuyamıyordum, film izleyemiyordum, sadece dershane yollarında müzik dinleyebiliyorum. Uyuyacakken bile vicdanım sızlıyordu, acaba biraz daha çalışsa mıydım diye.
27 Haziran Pazar sabahı, heyecan dorukta sınav olacağım okula gittim, erkenden. Sınav 10'da ama ben 9.20'de girdim içeri. Sınıfı bulamazsam, WC'ye gitmem gerekirse.. .bir panik bir panik.
Sınava gireceğim sırada babamın telefonu çaldı. Uzaklaştı konuşurken, göremedim. Öpemeden girdim içeri.
Sınav başladı, aklımda sınavdan başka hiçbir şey yok; bitirdim, çıktım. Güzel de geçti.

Ailemin yanına döndüğümde, babama gelen telefonun, onun yakın bir arkadaşının beyin kanaması haberini verdiğini öğrendim. İnanın, bütün sene bu sınava hazırlanmanın bende yarattığı stres, hala bir rahatlamaya dönüşemedi. Nasıl dönüşsün ki ?

Çok mu önemliydi sanki birinin hayatının yanında benim bir senemi adadığım şey. Üstelik kazanamasam bile, seneye deneyecektim. Böyle bir şansa sahip olduğum için de şanslıydım, şu an o şansa sahip olamayan bir sürü insan var.

Bakmak zorunda olduğu bir ailesi olduğu halde işi olmayan insanlar var.
Okula gidemeyen çocuklar var.
Küçücük yaşta evlenmek zorunda kalan kızlar var.
Yatacak evi, yiyecek bir lokma ekmeği olmayanlar, savaşın, sefaletin, kuraklığın ortasında yaşam mücadelesi veren insanlar var.


Bir de bunların acısını bilmediği için, sadece küçük beyinler için büyük sorun olabilecek şeyleri dert edenler var.Yaşamayı, yaşamın anlamını ve amacını bilmediği için her şeyden şikayet eden, hayatının sonuna kadar elinden oyuncağı alınmışçasına davranan şımarık, küçük bir çocuk olarak kalan insanlar var.

Canım sıkkın ya şimdi, Pollyannacılık oynamaya çalışıyorum.
Bırakayım da Shakespeare anlatsın o zaman:

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor. 
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. 
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. 
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. 
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. 
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Kanal D'den Edebiyat Dersleri

Alanım olmamasına rağmen LYS-3'e de girdim bugün. Bu kadar rahat geçirdiğim bir sınav daha yok. Bildiğim bilmediğim tüm soruları yaptım. 56 edebiyat, 24 coğrafya, toplam 80 soru. 80'de 80 işaretli benim cevap kağıdımda.

Öyle bir yorumlamışım ki paragrafları, soruları ve şıkları; sınavın sonuna yaklaştıkça zihnimin daha da açıldığını hissettim. ( Umarım yarınki fen sınavında da sürer bu etki.)

10. sınıfta işlemiştik biz en son doğru düzgün edebiyat dersini. Sonraları; sizin ne işinize yarayacak edebiyat, dediler. Oturun fizik çözün, kimya çözün, biyoloji çözün, dediler. Biz de boş ders dedik, geyik yaptık. Kısaca ben bilmiyorum edebiyattan bir şey. Oturdum, 85 dakika boyunca soru kitapçığında cevapları aradım durdum:

Hangisinde yanlış bilgi vardır diye sormuşlar. Biri hariç hepsi çok düzgün şıkların. Şıkların bahsettiği şeyler hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bir şık çok sırıttı: Metafizikle yakından ilgilenen bilmem kim, politika, bilim vs hakkında bilmem ne dergisinde çok sayıda makale yazmıştır, diye bir şık. Metafizikle bu kadar yakından ilgileniyorsa neden politika molitika yazsın ki; var bunda bir iş dedim ve o şıkkı işaretledim. Doğru cevap hakkında başka bir bilgim yok.

Bir kitap özeti vermişler kitabın adını sormuşlar bir diğer soruda. Aşk, aşk yüzünden toplumla yaşanılan çatışma anlatılıyormuş kitapta. Daha önce okumadığım bir romandı ama şıklarda ona uygun yalnızca bir isim vardı: Huzur.
Diğerleri o kadar alakasızdı ki eğer o romanın ismi başka bir şeyse ya o yazarda sorun vardır ya da soru yanlıştır.

Bir soruda Servet-i Fünun şairlerini, öykücülerini romancılarını sormuşlar. Servet-i Fünun ne bilmiyorum ki ben sanatçısını bileyim. Hemen yan sayfada bir paragraf ilişti gözüme. Servet-i Fünun'dan bahsediyor. İstanbul'un konak yaşamı falan anlatılıyormuş romanlarda. Şıklarda Halit Ziya'yı gördüm mü, işaretledim hemen. Bütün kış boyunca Kanal D bas bas bağırmadı mı?
"Halit Ziya Uşaklıgil'in ölümsüz eserinden... Aşk-ı Memnu.


Aha sana konak yaşamı, aha Aşk-ı Memnu, aha Halit Ziya... İşaretlediğim cevap doğru mu bilmem, ne çalıştıysam değil ne izlediysem onu yaptım ben.

Servet-i Fünun'u açıklayan paragrafın devamında bir yazardan daha bahsediyordu. İstanbul'un konak yaşamı yerine arka mahallelerini anlattığı için Servet-i Fünunculardan ayrıldığı yazıyordu. Hemen gözümün önünde bir Kanal D klasiği daha canlandı.
"Reşat Nuri Güntekin'in ölümsüz eserinden... Yaprak Dökümü."


Gayet sefil bir yaşam tarzı izliyoruz valla biz orda. Kimin eli kimin cebinde bir dizi. Herkes birbirinin işine çomak sokuyor falan...
O soruda da hemen Reşat Nuri'yi işaretledim. Doğru mudur, bilemem. Ne izlediysem onu yaptım ben.

Yalnız şunu eklemeden geçemeyeceğim: Eğer ÖSYM bu sınavda Bihter'in nasıl öldüğünü sorsaydı standardı aşırı derece saptırmış olacaktı Kanal D; ama yine de iyi hazırladı bizi bu sınava. Teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Sağ olasın Kanal D, var olasın Kanal D.


22 Haziran 2010 Salı

Değişken Hava Çağrışımları

Son zamanlarda bir haller oluyor bu havalara. Günlük güneşlikken kara bulutlar kaplıyor aniden her yanı.

Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası geçerken bize de bırakıyor yağmurunu. Yağmur rahmettir, berekettir; su hayattır. Alalım tabii ki nasibimizi. Ancak bulutların öyle bir hücum edişi var ki mavi mavi gökyüzüne, ödünü koparıyor insanın. Kıyamet mi kopuyor yoksa diye düşündürüyor.

Hani olur ya kıyamet filmlerinde, birden bulutlarla kararır ortalık, hafif bir fırtına kasırgalara tufanlara dönüşür, yağmurlar başlar. Heh, aynen öyle.

Önceleri böyle kasvetli havalar bunaltırdı beni.Sıkıntı basardı, ruhum daralırdı. Tüm sebebi filmler! Tüm hüzünlü filmlerde bir sonbahar yağmuru sahnesi var neredeyse. Hepsinde desem de yeri aslında, istisnasını bulmak çok zor çünkü.
Korku filmleri var bir de... Caanım hava birden soğur, "tekrar" bulutların etkisiyle kararır, şimşekler çakar, uzak bir yerlere yıldırım düşer. Klişe işte.

Yalnız bu günün yağmuru çok farklı şeyler hissetmeme neden oldu. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki; artık yağmurlu havalar içimi falan sıkmıyor, yağmuru izlemek, yağmurda sevgiliyle dolaşmak gibi romantizm merakım da yoktur. Bugün yağmur öyle bir sert yağdı ki, bütün çamuru üzerimden atsın istedim. Çıktım balkona şimşeğe, yıldırıma rağmen.


Allah beni kahretsin! 2 blok öteye yıldırım düştü. Çok korktum diyemeyeceğim çünkü ben o an başka bir şeyden dolayı şoka girmiştim: Yıldırımın gürültüsünün ardından, yan bloğun altından da pouft diye tuhaf bir patlama sesi geldi ve siyah bir duman çıktı. Ama nasıl duman! Bildiğin, Lost'taki blacksmoke. Çimlerin üzerinde ilerliyor. Bir de o dumanı öyle otun, börtünün böceğin üzerinde görünce iyice şok oldum.





Kendime geldiğimde duman kaybolmuştu ve ben acaba yanlış mı gördüm diye düşünmeye başlamıştım. Meğer, Allah'ın cezası jeneratörden çıkan dumanmış. Nasıl çıktıysa o aletten o şey...


Daha önce izlediğim dizilerin, filmlerin hayal gücümü bu kadar etkilediğini hiç düşünmemiştim.
Hayallerimiz bile onların esiri mi oluyor yoksa?

Bir Problemimiz Var!

Bilimin, teknolojinin sürekli olarak ilerlemesiyle "bilmedikleriniz, yanlış bildikleriniz" gibi başlıklar altında ilginç yazılar okuyoruz. Evet, bir gün şu an bildiğimiz, bildiğimiz sandığımız her şeyin yanlış olduğunu öğreneceğiz.
Ama biz bu "doğruların değişebileceği" gerçeğine sadece bilim için geçerliymiş gibi bakıyoruz. Böyle konularda ilerliyoruz ama insanlığımızda geriliyoruz her saniye. Menfaatlerimiz ön plana çıkıyor ve biz masum insanları kullanıyoruz kendi çıkarlarımız için. Şu an buna verebileceğim en güzel örnek de PKK.

PKK'nın canını yaktığı masum insanlar dışında ne alakası olabilir ki masumiyetle, diyebilirsiniz. Ben de zaten PKK masumdur demiyorum. Benim nazarımda da lanet bir terör örgütü o.

Ancak PKK'ya sadece askeri ya da politik bir sorun olarak bakmamak lazım diye düşünüyorum ben; çünkü o en başta en büyük toplumsal sorunlarımızdan biri bizim. Biz bunu unutuyoruz. Askerin dağda vurduğu teröristle orantılı olarak görüyoruz PKK'nın kaybettiği gücü. Sorunu çözmek için bakış açısını değiştirmek gerek, bunu bilmiyoruz. Neden? diye sormayı bilmiyoruz ki biz; cevabını, çözümünü bulalım.

Neden?
Neden PKK'nın bu kadar çok destekçisi var?

Onlara sorsanız, yıllarca adam yerine konmadılar ve PKK onlara bunu vaad ediyor.
Yaşam standartları düşük. İş yok, okul yok, hastane yok, yol yok yol! Adam kışın doğum yapacak olan eşini hastaneye götüremiyor, kar yolları kapatınca, çocuğunu okula götüremiyor. Devletten hizmet mi gördü ki devlete hizmet etsin?

Onların gözünden bakarak söyledim bunları. Ama aslı böyle değil bu işin. Madem hizmet bekliyorlardı, neden otobüslerden indirip vurdular acımadan askeri, polisi, öğretmeni, mühendisi? Kötü oldukları için mi ? Hayır, böyle de değil bu işin aslı. Çünkü okula gidemeyen küçük çocuklar vurmadı onları. Evine ekmek götüremeyen baba da değildi asıl vuran. Hizmet ettiği asıl amacı bilmeyen, çaresizliklerinden yararlanılmış cahil insanlardı. Evet, eğitilmesine fırsat vermediğimiz insanlar. İnsanın neyle yaşadığını bilmeyen insanlar...

Açlık, yoksulluk içinde yaşarlarken insan gibi düşünmelerini bekledik biz onlardan, teröre lanet eylemleri yaparken. Kınadık, kınadık. Bu hain saldırıları hep kınadık. Kınamak sorunu çözüyormuş gibi yaptık bunu bir de!

Artık bu konunun dışkısını çıkaran siyasetçilerimiz, Allah'tan rahmet dilediler şehitlerimiz için, sabır dilediler aileleri için. Asıl sorunun "Kürt" sorunu olduğuna inandırdıkları gibi, Türkiye'de insan yaşamının ucuz olmasına da alıştırdılar bizi: Bir oğlum daha olsa onu da feda ederim bu vatan için...

İnsanlar vatan için yapılabilecek en iyi şeyin ölmek olduğunu düşünür oldu. Daha saygın bir hayat sürmek için kendi vatanını kurması gerektiğine, kendi vatanını kurmak için de kardeşini vurması gerektiğine inandı. O kadar cahildi ki bu insanlar; T.C sınırlarından çıkarabildikleri topraklarda  kendi devletlerini kurabileceğine inandı, inanıyor. Tarih tekerrürden ibaret değilmiş gibi...

Ve insanlar ihtiyaçlarıyla arasına konulan her engelde insanlığından biraz daha uzaklaşıyor. Yaşamak, daha iyi yaşamak için her yol mübahtır diyor. Doğru yanlış anlayışı değişiyor sonra. Asıl sorun da gün gibi çıkıyor karşımıza; Tolstoy'un Diriliş romanında çok güzel bir şekilde anlattığı gibi:

Hayatta her birimiz bir işi yapmak için, bu işin yararlı, önemli olduğuna inanmak isteriz. Bu nedenle insanın durumu ne olursa olsun, toplumsal hayat hakkında üstleneceği düşünce, yapmakta olduğu işin önemli, yaralı olduğuna kendisini inandıracak biçimde olacaktır.
Mesela biz, hırsızların, katillerin, casusların, kötü kadınların mesleklerini beğenmediklerini, bu yüzden utanç duyduklarını zannederiz. Oysa iş hiç de öyle değildir. Kaderlerinin, işledikleri hatanın yönlendirmesiyle herhangi bir  duruma düşen kişiler, bu durum ne denli küçük düşürücü olursa olsun, yaşam konusunda hemen yeni bir görüş ediniverirler. Böylece yeni durumları kendilerine çok yararlı, çok saygıdeğer görünür.
Ustalıklarıyla övünen hırsızları , ahlaksızlıklarıyla övünen fahişeleri, zalimlikleriyle övünen katilleri görünce şaşırırız. Bu şaşkınlığı biz, bu insanların çevrelerinde olmadığımız için duyarız. Oysa bir bakıma onlara hak vermek gerekir. Gerçekten de zenginler varlıklarından -yani vurgunlarından- güçlü insanlar da güçlerinden -yani zorbalıklarından- gurur duymazlar mı ?

21 Haziran 2010 Pazartesi

Bayandan Maç Yorumu

Uzun zamandır maç izlemiyorum. Akşam Brezilya maçı olunca çağırdı babam: "Gel bak, çıktı Kaka. Özlemişsindir, izleyelim birlikte." Özlemişim valla, Kaka evlendiğinden beri takip etmiyorum futbol gündemini.

Ben Brezilya'yı tutuyorum malum sebepten dolayı. Aynı sebepten ötürü de babam Fildişi Sahili'ni tutuyor.Alacak mı Brezilya?, dedi. Alacak tabi dedim. Dalga geçti benle. İlk dakikalarda tık yok ki Brezilya'da. Kaka zaten ayakta duramıyor; ne zaman ayağına gelse top, yerde adam.








Evlilik yaramamış sana be Kaka. Neyse konumuz bu değil...










Ben deli gibi maç izlerken Brezilya'nın kalecisi Dida'ydı, Milan'ın da. Cesar da onun yedeğiydi. 2 numara da Cafu'ydu yanlış hatırlamıyorsam. O da Milan'daydı. Şimdi ne yapıyor bilmem. Ronaldo, Ronaldinho, R.Carlos da milli takımdaydı. Lucio daha sessizdi. Bu maçta gördüm, hakeme itiraz etmeler, yok yere kendini yerlere atmalar... Asileşmiş biraz. Kaka da 8 numaraydı be o zamanlar. 10 numara olmuş da ne olmuş sanki. Real Madrid'e gitti bitti o.Zira hiç sevmem o takımı. Çok artist, çok soğuk.

Ha bir de bu maçla alakası yok ama benim bildiğim Brezilya'nın ilk 11inin yarısını (5.5 kişiden bahsetmiyorum tabi) Milanlılar oluşturduğu için aklıma geldi: Maldini de bırakmış futbolu. Üzüldüm valla, onu da çok severdim.

Velhasıl Brezilya gaza gelince güzel oynuyor. İyi pas yapıyor Ömer Amcanın dediği gibi. Çok heyecanlı bir maç izlemedik ama iyi goller gördük.

Turnuva boyunca bol gollü maçlar görmek dileğiyle sevgili futbol severler; artık sevdiğimiz futbolcular karşı takım oyuncularının böğrünü deşmesin, dağıtmasın ağzını burnunu, görmesin kırmızı kart! Hepinize iyi geceler.

20 Haziran 2010 Pazar

Bazılarımız Doğuştan Şanslı

Aslında dün LYS sınavından çıktıktan sonra o duygu yoğunluyla yazacaktım bu yazıyı.Ama sınavımın nasıl geçtiğini merak edenler yalnız bırakmadılar, sağ olsunlar. Akşam da bir abim çıkıp geldi. Bunalmışsındır sen şimdi hadi kalk bir sinemaya gidelim, dedi. Diyorum ya, bazılarımız doğuştan şanslı.
Ama bazılarımız...

Dün sınav çıkışı gideyim biraz alışveriş yapayım,stres atayım dedim. Sahilden dönüyoruz. Yol kenarında kavga eden iki küçük çocuk gördüm. Nasıl kavga ama! Tekme, tokat, yumruk, yerdeki taşlar, Allah ne verdiyse... Hiii! Çocuklar nasıl kavga ediyor, diye bağırarak ödünü kopardım arabadakilerin: "Aman bir şey oldu sandık, korkuttun"
Daha ne olması gerekiyordu ki ? Anlayamadım ben, anlam veremedim. Diğer vatandaşların düşüncesi de bundan farklı değildi. Allah'ın bir tek kulu bile ayırmaya çalışmadı onları.
Araba uzaklaşana kadar izledim çocukları. O sıcakta "soğuk su" satmaya çalışan sokak çocuklarını. Arabanın klimasından yayılan serinliği hissederken bile dışarıdaki sıcaktan şikayet ederek izledim. Diyorum ya, bazılarımız doğuştan şanslı.

Ağza alınmayacak küfürler ediyor olsa da, kavga ediyor olsa da, hırsızlık yapıyor olsa da bir çocuktan daha masum ne olabilir diye düşündüm durdum:

Geçen akşam küçük bir çocuğu seviyordum. 2 yaşında falan. Derdini anlatacak kadar konuşamıyor bile. Kucağıma oturttum onu, fış fış kayıkçı oynatıyorum. Önümüzde de masa var, onu ellerinden tutup geri iterken kafasını masaya vurdurdum. Tak diye ses geldi; ama valla çok hızlı vurmadı. Ağlamadı da zaten, geldi kafasını göğsüme koydu, bir süre öyle kaldı. Yüreğime işledi o sessiz duruşu! Canını acıtan bendim ama o yine bana yaslandı onu korumam için. Gerçekten, bir çocuktan daha masum ne olabilir ?

De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia  sadece bir ütopya olduğu için de bazılarımız doğuştan şanslı. bütün çocukları barındırma, büyütme, yetiştirme yetkisi doğrudan devlete ait olsaydı ne yapacaktık ?

Keşke sokak köpeklerine gösterdiğimiz duyarlılığı sokak çocuklarına da gösterebilseydik.
Keşke hepimiz oyuz, buyuz diyeceğimize "Hepimiz Sokak Çocuğuyuz!" diyebilseydik.
Doğuştan şanslı olmasalar da kendi şanslarını kendi fırsatlarını kendileri yaratmaları için gerekli olan imkanları verebilseydik onlara.

Yapamıyoruz biz; o, bu oluyoruz ama insan olmayı beceremiyoruz.

Bazılarımız doğuştan şanslı, evet.
Ama bazılarımız...

14 Haziran 2010 Pazartesi

Haber Kaynağı Krizi

Uzun zamandır illet facebook'a her girdiğimde ufak çapta bir sinir krizi geçiriyorum.  Resmen ortalığı tikiler basmış. 
Ve bunlardan bazıları arkadaş listemde. 
Ve ben her facebook'a girdiğimde bunların paylaşımlarını görmek zorunda kalıyorum.
Ve nedense bunların çoğu kız arkadaşlar(ım).

Cinsimin rezil yüzleri sizi!

Nasıl bir zihniyettir anlamıyorum ki. Sabahtan akşama kadar msnde takılırken, bir kaç sesli harf tuşuna basmaya mı üşeniliyor cidden ?  Yoksa tam olarak düşünemediklerini mi vurgularlar tam olarak yazmayarak?  Hem "gel" yerine "gl" yazarken kullanılmayan e'yi yazmaktan daha mı kolay "ben" yerine "ßhen" yazmak?

O ağzı aralık çekilen fotoğraflar da nesi Allah aşkına? Tamam, ben de okumuştum bir kadının ağzının hafif aralık olmasının onu daha çekici yaptığını; ancak riskli bir durum olduğunun dipnot olarak eklenmesi mi gerekirdi illa?  Şapşal ifadeler kendileri tarafından hiç mi fark edilemez? 









Ayrıca bir kişi fiziğinden memnun değilse, şişkoyum diye kompleks yapmışsa neden günde 15-20 tane omzundan yukarısının fotoğrafını çekip üşenmeden her birinde de kendini etiketleyerek umuma haykırır rezilliğini? (o kadar pozu nerden buluyorsun? bir insanın ağzı burnu yüzü gözü kaç faktöriyel şekil alabilir ki?)  

Nedir bu kuğul takılma çabası? Ne, c0oL mu yazmam gerekirdi? prdn yhaaa..

Bu akşam, yatmadan önce Allah böyle kızlara akıl fikir versin diye dua edeceğim. Kadınların evrenin en mükemmel yaratıkları olduğunu savunurken bunlarla kapak olmak istemiyorum çünkü.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Neden Yazıyorum?












Yazıyorum işte...

Cehennemin dibinden, cennete doğru yürümek için yazıyorum. Kendimi ifade ediş tarzım bu bireye de topluma da, onun için yazıyorum. Pankartlar taşıyarak yürürken sesini duyurabiliyorsun ama değiştiremiyorsun bazı şeyleri. Ben, asıl yürüyüşleri kalabalıklara karşı yapmak, anlayabilecek olanlara derdimi anlatmak için yazıyorum. 12 yaşımdan beri yazıyorum. Kimsenin okumadığı bir yere, günlüğüme.
Günlük demek bir deftere absürt yazılar yazıp içini dökmek demek değil sadece, sabretmeyi öğrenmek demek. Damarına basıldığı anlarda her şeye zarar veren öfkeni o anda kusmamayı öğrenmek demek.

Anlayabilene anlatacaksın lafı, o kadar. Herkesin okuyabileceği bir yere yazmak da bu demek: Anlayabilene anlatacaksın lafı. 
O kadar!